Doğu’da Seyahat,
Gérard de Nerval, Türkçesi: Selahattin Hilav, Yapı Kredi Yay. , İstanbul, 2004
Gérard de Nerval 1808’de doğmuş olan bir Fransız şair.
1843’te Doğu seyahatine çıkmış. 1 Ocak’ta Marsilya’dan başlamış, Malta, Mısır,
Suriye, Kıbrıs, İstanbul ve Napoli’den sonra Aralık ayında yeniden Marsilya’ya
dönmüş. Bu seyahate ilişkin olarak yazdığı Voyage en Orient (Doğu’da
Seyahat) adlı eseri 1851’de yayımlanmış. 1841’den başlayarak birkaç kez sinir
krizleri geçiren ve akıl hastanesinde tedavi gören şair, 26 Ocak 1855’te Paris’te
ölü olarak bulunmuş.
Mütercim Selahattin Hilav’a göre Nerval felsefi görüşü
bakımından, çoktanrıcılığın da etkisinde kalmış bir tümtanrıcı, bir mistik.
Okuduğu çok sayıda kitapta bâtıni ve gizemli dinsel öğretileri inceliyor,
ruhgöçüne inanıyor. Felsefe ve din tarihi konusunda geniş ve derin bilgi
sahibi.
Mütercime göre Nerval, Hint mistisizminde ya da İslam
tasavvufunun büyük bölümünde görüldüğü gibi dünyadan ve tensel hazlardan el
etek çeken bir tümtanrıcı değil. Onun amacı, Tanrı’ya ulaşıp onun içinde
eriyerek mutlu olmak da değil; ama Tanrı’yı ve ve tanrıları ya da Doğu’yu somut
insanoğluyla ve yaşamla buluşturmak.
Nerval “kendimi az da olsa rastlantılara bırakmayı
seviyorum; tren istasyonlarının sayısal kesinliği, belli günlerde ve belli
saatlerde gelen buharlı gemilerin şaşmazlığı, bir şairin de, bir ressamın da ve
hatta sıradan bir arkeologun ve benim gibi bir meraklının da hoşuna gitmez”
diyor (s. 47).
Marsilya’dan başladığı yolculuğunda sırasıyla önce
Avrupa şehirlerini dolaşıyor. Ardından uzun süre kalacağı Kahire’ye geliyor.
Kahire’ye gelmeden önce, diğer Avrupa şehirlerine göre
Viyana’da daha uzun süre kalıyor. 1843 Viyana’sı için ilk değerlendirmesi
şudur: “Kentin merkezinde görülmedik bir lüks ve çevresindeki mahallelerde
görülmedik bir sefalet; işte ilk bakışta Viyana” (s. 72)
Viyana’da gittiği bir tiyatroda seyircilerin Macarlar,
Bohemyalılar, Grekler, Türkler, Trolyenler, Rumenler ve Transilvanyalılardan
oluştuğunu söylüyor. Ama Sırpların ve Türklerin Avusturya’yı oluşturan onca
halkın acayip topluluğuna nadiren katıldıklarını ve bu halklar arasında gerçek
Avusturyalı nüfusun en az olan grup olduğunu ifade ediyor.
Viyana halkının sosyal hayata katılımını görünce
“gerçek şu ki, İtalya’da olduğu gibi burada da din neşelenmeye ve haz duymaya
karşıt değil” diyor. Sonra da Fransız Katolikliği konusunda şu değerlendirmede
bulunuyor: “... ama pek az insanın inanmayı ve uygulamayı kendine layık
gördüğü, öylesine asık suratlı, öylesine kıskanç, ölüm ve yoksunlukla dolu bir
Katoliklik fikri sadece bizde var. Din sevimli ve kolay olduğu, fedakarlıktan
çok inanç talep ettiği için Avusturya’da da İtalya’da da, İspanya’da olduğu
gibi geniş ve derin etkisini koruyor” (s. 82).
Kitap boyunca İngiliz Fransız çatışmasına şahit
oluyoruz.
Malta’da şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: “İngilizler
işgal ettikleri yerlerin halklarını İngiliz haline getirmezler, demek istediğim
onları köleler ya da kimi zaman hizmetçiler haline getirirler. Maltalıların
başına gelen de budur...” (s. 114).
Mısırla ilgili ilk izlenimi ise şöyledir: “Mısır
koskoca bir mezar; yıkıntıları ve küçük tepeleriyle kül kaplı bir toprak
üzerinde serpiştirilmiş mezarları gözler önüne seren İskenderiye’nin kumsal
kıyısına ulaştığımızda bu izlenimi edindim” (s. 133).
O tarihteki Kahire’yi şöyle tarif ediyor: “Bütün kent
duvarlarla çevrili elli üç mahalleye ayrılmış; bunların birçoğu Kıptilere,
Yunanlılara, Türklere, Yahudilere ve Fransızlara ait” (s. 165).
Frenk mahallesi tüccarlar sokağında Avrupa’nın bütün
milletleri bildik ürünlerini sergiliyorlar. “İngiltere kumaş ve kap kacak
alanında, Almanlar çarşaf ve yorgan, Fransızlar moda eşyası konusunda ağır
basıyor. Marsilya baharat, kurutulmuş et ve ıvır zıvır alanında en önde
geliyor” (s. 161).
Kahire’de otelde kalmak yerine bir ev tutmayı tercih
eder. Bir Müslüman mahallesinde halkın arasında yaşamak ister. Ama iş hiç de
kolay değildir. “M. Jean, otel hayatından kaçma konusunda aldığım karara
hayranlık duydu; ama bir evde doğru dürüst yaşamanız için çok külfete girmeniz
gerekir, dedi bana. Kahire’de insanın ne kadar ihtiyacı varsa o kadar farklı
hizmetkârı olması gerekirmiş” (s. 190).
“Peki bu ülkenin insanları ne iş yaparlar?” sorusuna
aldığı cevap şöyledir:
“Onları tembellikleriyle başbaşa bırakıyorlar ve bir
iş için iki ya da üç kişi tutuyorlar. Her halükârda bir efendinin her zaman bir
katibi (katibisır), veznecisi (haznedar), çubuğunu taşıması için
bir çubukçu, silahını taşıması için bir silahtarı, atını tutması
için bir seracıbaşı, durduğu her yerde kahvesini yapması için bir kahvecibaşı
vardır; bütün bunlara yardım eden yamakları unutmamak gerekir. Evin içinde,
daha başka adamlar gereklidir; çünkü kapıcı dairelere bakmaya rıza göstermez,
aşçı da kahve yapmaz; bir de su taşıyıcısı gereklidir” (s. 191). İnsanın
inanası gelmiyor.
Avrupalılara yönelik eleştirisi şöyledir: “Bizim kibar
alemi insanlarımız, Doğu’da bile, ancak nezih yerlerde kendilerini göstermeye
razı olurlar; alt tabakadan insanlarla konuşmazlar ve günün belli saatlerinde
süslenmeden ortada dolaşmazlar. ... uzun çubuğunun ağızlığını içtenlikle size
uzatan ya da kahve getirten iyi yürekli bir Arapla yakınlık kurmaktan bile
korkan bu centilmenlere çok acıyorum” (s. 200). “Bu konuda İngilizler çok
yamandır; ve onlardan birinin önümden geçtiğini görünce dünyalar kadar
eğlenirim” (s. 200)
“Bu tür karikatür gibi yaratıklarla tanışmak pek
olanaklı değildir; çünkü İngilizler, kendilerine takdim edilmeyen birisiyle
asla konuşmazlar” (s. 201).
Fransız Konsolosluğunda katıldığı bir yemekte
konsolosluğu meşgul eden konuyu şöyle anlatır: “Hizmetkarlık yapan zavallı bir
Fransız, Müslüman olmaya karar vermişti; işin acayip yanı, karısının da
İslamiyeti kabul etmek istemesiydi. Bu skandalı önlemek için çareler
aranıyordu. Frenk din adamları önemle ele almışlardı bu olayı; Müslüman din
adamları da baskın çıkmayı izzeti nefis meselesi haline getirmişlerdi.
Birinciler dinden çıkan karı kocaya para, iyi bir iş ve çeşitli avantajlar
öneriyordu; ikinciler ise kocaya şöyle diyordu: “Hristiyan olarak kalman işe
yaramaz; ne isen hep öyle kalırsın, kıpırdayamazsın; Avrupa’da bir hizmetkarın
senyör olduğu hiçbir zaman görülmemiştir. Oysa bizde, en önemsiz uşak, bir
köle, bir aşçı yamağı emir, paşa, vezir olur, sultanın kızıyla evlenir:
Yaşının
önemi yoktur; en ön sırada yer alma umudu ölene kadar terk etmez bizi” (s.
201).
Bunun üzerine yaptığı değerlendirme şöyle: “Gerçekten
de, aşağı tabakadan insanların, rastlantılar ya da doğuştan zekaları sayesinde,
geçmişleri, eğitimleri ya da daha önceki durumları engel olmadan, bizde sadece
yasa kitaplarında yazan eşitlik ilkesini gerçekleştiren bir olanağa sahip
olduklarını söylemek gerekir. Doğu’da yasa karşısında hesap vermişse, bir
caniye bile hiçbir iş ve makam kapalı değildir: Onun önünü kapatan hiçbir
ahlaki önyargı yoktur” (s. 202).
Müslüman mahallesinde bekar olarak yaşama imkânı
yoktu. Yanında bir kadın olması gerekiyordu. Bu zorunluluk onu bir köle kadın
satın almaya kadar götürmüştü. Ama bu süreçte çok şey öğrenecekti.
“Hala Avrupa’nın önyargılarının etkisindeydim ben ve
bu ayrıntıları öğrenince şaşırmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Köleliğin Doğu’da
bir çeşit evlat edinme olduğunu anlamak için orada biraz yaşamış olmak
yeterliydi. Bu ülkede kölenin yaşama koşulları, fellahtan ve özgür rayadan
çok daha iyiydi kuşkusuz. Ayrıca, evlenme konusunda edindiğim bilgi
dolayısıyla, ana babası tarafından satılan Mısırlı kız ile pazarda sergilenen
bir Habeş kızı arasında büyük bir fark olmadığını da kavramıştım” (s. 204).
Seyahat özgürleştirir, evet ama pahalıdır da. Nerval
diyor ki: “Doğu’da otelcilerin, tercümanların, uşakların ve aşçıların
seyyahlara karşı her hususta anlaştıklarını söyleyebilirim. Kararlılıkla ve
hatta hayal gücünü de çalıştırarak davranılmazsa, burada uzun bir süre kalmanın
bir servete mal olacağını anlıyorum şimdiden. M. de Chateaubriand, Doğu’da
nerdeyse iflas ettiğini açıklamıştı. M. de Lamartine de çok para harcamıştı.
Öteki seyyahların çoğu limanı terk etmemişler ya da ülkeden hızla geçmişlerdi. Çok
etkili olduğuna inandığım bir projeyi gerçekleştirmeye girişmek istiyordum ben.
Bana bir kadın gerektiği için bir köle satın alacaktım. Kahire’de uzun süre
kalma ve başka şehirlere uğrama masrafları hesaplanırsa, tutumlu davranmış
olacağım besbelliydi. (s. 212).
Kendisine tanınan sürede bir köle kız bulmak
durumundaydı. Köle pazarında ağlayan bir kadın gördüğü zaman değerlendirmesi
şöyledir: “Burada ağlayan tek köle, efendisini kaybedeceğini düşünerek
ağlıyordu; ötekiler ise bir efendi bulamadan burada uzun süre kalmak korkusuyla
endişeleniyorlar gibi geliyordu bana. İşte Müslümanların karakteri lehinde bir
gerçek bu. Bu durumu, Amerika ülkelerindeki kölelerin kaderi ile karşılaştırın!
Mısır’da tarım işinde çalışanların sadece fellahlar olduğu doğrudur. Pahalıya
mal olan kölelerin gücü ve kuvveti, ağır işlerde kullanılmaz; köleler ancak ev
hizmetlerinde kullanılır. Müslüman ülkelerdeki köleler ile Hristiyan
ülkelerdekiler arasındaki büyük fark da budur işte (s. 232).
Nerval bir süre Kahire’de kalmış ve bu kenti anlayıp
sevmek için başvurulması gereken biricik yolu denediği, yani her açıdan kendini
bir Kahireli haline getirdiği için pişmanlık duymuyordu. Ona göre “seyyahlar
genellikle, bu kentin mahrem hayatını kavramak ve pitoresk güzelliklerini,
karşıtlıklarını yakalayabilmek için yeterince zaman ayırmıyorlar. Oysa burası,
birçok tarihsel dönemden arta kalmış, farklı toplumsal zümrelerin
görülebileceği biricik Doğu kentidir. Bağdat da, Şam da, Konstantinopolis de bu
tür inceleme ve düşünce konularını koruyabilmiş değildir” (s. 239).
Harem vb. konularda Doğu hakkında önyargılara
kapılanların kısa sürede hayal kırıklığına uğrayacağını yazar Nerval. Kadınların
konumuna dair şu tespitleri yapar:
“Her Müslüman imparatorluğunda, evlenmiş bir kadının,
bizdekilerle aynı ayrıcalıklara sahip olduğunu kafamıza sokalım; böyle bir kadının,
evlenme sözleşmesine bir madde koydurtarak, kocasının ikinci bir kadını
almasını engelleyebileceğini de unutmayalım” (s. 269).
“Demek ki, Müslüman yasasında, sanıldığının tersine, kadını
kölelik veya aşağılık durumuna indirgeyen hiçbir yargı yok. Kadın miras hakkına
sahiptir, kocasının otoritesi dışında bile kişisel olarak mal mülk sahibi olabilir.
Yasalarca belirlenmiş nedenlere dayanarak boşanmayı dahi isteyebilir” (s. 271).
Bu köle kadını satın almakla bir delilik yaptığına
kani olur. Zira, Paşaya şikâyette bulunan her kölenin kendini yeniden
sattırabileceğini, böylece efendisini değiştirebileceğini ve Müslüman olduğu
için aşağılık işler yapmaya hiçbir zaman razı olmayacağını öğrenir (s. 273).
“İşte kölelerin özgürlük istemediği acayip bir ülke”
diye devam eder. “Müslüman toplumun gerçeğini, bir köle kadınının durumunun, en
ağır işlerde çalıştırılan ve sefil kocalarla mutsuz olan zavallı Mısır
kadınlarınkinden çok daha üstün olduğunu şimdiden yeterince biliyordum” (s.
281).
Ardından Kahire’den ayrılış. Lübnan’a doğru deniz
yolculuğu. Gemide karşılaştığı bir Anadolu Türkü ile ilgili olarak şunları
yazar: “Doğu’da, halk insanları, genellikle teklifsizdirler; bunun nedeni,
eşitlik duygusunun burada bizdekinden çok daha sade ve samimi bir şekilde
benimsenmiş olması ve bütün toplumsal sınıflarda bir tür doğuştan kibarlığın
var olmasıdır. Eğitime gelince, o her yerde aynıdır; kısa ama geneldir. Sıradan
bir insanın kısa sürede büyük bir şahsiyetin gözdesi olmasının ve hiç yadırgamadan
en yüksek mevkilere kadar geçebilmesinin nedeni de budur (s. 351).
Ve Lübnan. Maruniler, Dürziler, Müslümanlar, Hristiyanlar,
misyonerler, isyanlar. Müthiş bir karmaşa. Bu arada bir Dürzi şeyhinin kızına tutulması.
İçine düştüğü durum hiç de kolay değildir. Şu sözler
ona ait: "...sonunda bir eş için verebileceğim parayla bir köle kız satın aldım.
Ama ait olmadığınız bir dünyanın âdetlerinin içine başınızı belaya sokmadan
giremezsiniz; bu kızı ne gönderebiliyorum, ne satabiliyorum ne de tedirginlik
duymadan bırakabiliyorum, ne de çılgınlığa kapılmadan evlenebiliyorum onunla. Ayağımda
bir zincir bu; köle olan benim; işte görüyorsunuz, beni burada tutan kader
aslında” (s. 532).
Ve İstanbul’a gelir. “Avrupa toprağına ayak bastım
nihayet” der. Yolda İzmir’e de uğrar. “İzmir neredeyse tam bir Avrupa kenti”
diye düşünür. Marmara’dan İstanbul’u gördüğünde ise duygularını şöyle anlatır: “...kuşkusuz
dünyanın en güzeli olan Konstantinopolis limanının göz kamaştırıcı görünümünün
tadını çıkardık” (s. 550).
“Ne garip bir kent Konstantinopolis! İhtişam ve sefalet,
gözyaşları ve sevinç; başka yerlerdekinden çok daha fazla keyfi davranış, ama
aynı zamanda da daha fazla özgürlük var burda [elhak, yüz yetmiş yılda pek
bir şey değişmemiş gibi, sk]; dört farklı halk birbirinden çok da
nefret etmeden birlikte yaşıyorlar. Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler,
aynı toprağın evlatları olan bu insanlar, bizim çeşitli taşra halklarımızın ya
da farklı taraftar gruplarının beceremediği gibi değil, çok daha fazla hoşgörü
gösteriyorlar” (s. 553).
İstanbul’da dolaşırken Sultan Abdülmecid’i de görme imkânı
bulur. Ramazan gecelerini, İstanbul sokaklarını, Üsküdar’ı, dervişleri,
yoksulluğu, bizim insanlarımızı pek çok şeyi Nerval’in gözüyle görürüz.
Bitirirken söyledikleri önemlidir: “Evet Yunanistan’da
çoktanrıcı, Mısır’da Müslüman, Dürzilerin arasında tümtanrıcı ve Keldani
ülkesinin tanrı-yıldızlı denizlerinde bir sofu olarak hissettim kendimi; ama
Konstantinopolis’te Türklerin bugün uyguladıkları evrensel hoşgörünün
büyüklüğünü kavradım” (s. 741).
Ben daha çok yazarın Doğu hakkındaki değerlendirme ve
gözlemlerini öne çıkarmaya çalıştım. Oysa kitapta insanlara, toplumlara,
dinlere, kültürlere, anlayışlara dair oldukça ilginç ayrıntılar var. Bir anda
kendinizi dinler, milletler, kültürler yumağı içinde hissediyorsunuz. Çok
renkli. Hem 1840’ların dünyasını, anlayışını, hem bir Batılının Doğu’ya
bakışını, kendi toplumlarına dair değerlendirme ve eleştirilerini, insanı,
zaaflarını, hayallerini vb. pek çok şeyi okuma imkânı sağlıyor.
Bu dışarıdan bakış beni etkiledi. Samimi ve şairane
bir bakış.
Süleyman KALKAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder