10 Temmuz, 2017

Doğu'da Seyahat


Doğu’da Seyahat, Gérard de Nerval, Türkçesi: Selahattin Hilav, Yapı Kredi Yay. , İstanbul, 2004

Gérard de Nerval 1808’de doğmuş olan bir Fransız şair. 1843’te Doğu seyahatine çıkmış. 1 Ocak’ta Marsilya’dan başlamış, Malta, Mısır, Suriye, Kıbrıs, İstanbul ve Napoli’den sonra Aralık ayında yeniden Marsilya’ya dönmüş. Bu seyahate ilişkin olarak yazdığı Voyage en Orient (Doğu’da Seyahat) adlı eseri 1851’de yayımlanmış. 1841’den başlayarak birkaç kez sinir krizleri geçiren ve akıl hastanesinde tedavi gören şair, 26 Ocak 1855’te Paris’te ölü olarak bulunmuş.


Mütercim Selahattin Hilav’a göre Nerval felsefi görüşü bakımından, çoktanrıcılığın da etkisinde kalmış bir tümtanrıcı, bir mistik. Okuduğu çok sayıda kitapta bâtıni ve gizemli dinsel öğretileri inceliyor, ruhgöçüne inanıyor. Felsefe ve din tarihi konusunda geniş ve derin bilgi sahibi.

Mütercime göre Nerval, Hint mistisizminde ya da İslam tasavvufunun büyük bölümünde görüldüğü gibi dünyadan ve tensel hazlardan el etek çeken bir tümtanrıcı değil. Onun amacı, Tanrı’ya ulaşıp onun içinde eriyerek mutlu olmak da değil; ama Tanrı’yı ve ve tanrıları ya da Doğu’yu somut insanoğluyla ve yaşamla buluşturmak.

Nerval “kendimi az da olsa rastlantılara bırakmayı seviyorum; tren istasyonlarının sayısal kesinliği, belli günlerde ve belli saatlerde gelen buharlı gemilerin şaşmazlığı, bir şairin de, bir ressamın da ve hatta sıradan bir arkeologun ve benim gibi bir meraklının da hoşuna gitmez” diyor (s. 47).

Marsilya’dan başladığı yolculuğunda sırasıyla önce Avrupa şehirlerini dolaşıyor. Ardından uzun süre kalacağı Kahire’ye geliyor.

Kahire’ye gelmeden önce, diğer Avrupa şehirlerine göre Viyana’da daha uzun süre kalıyor. 1843 Viyana’sı için ilk değerlendirmesi şudur: “Kentin merkezinde görülmedik bir lüks ve çevresindeki mahallelerde görülmedik bir sefalet; işte ilk bakışta Viyana” (s. 72)

Viyana’da gittiği bir tiyatroda seyircilerin Macarlar, Bohemyalılar, Grekler, Türkler, Trolyenler, Rumenler ve Transilvanyalılardan oluştuğunu söylüyor. Ama Sırpların ve Türklerin Avusturya’yı oluşturan onca halkın acayip topluluğuna nadiren katıldıklarını ve bu halklar arasında gerçek Avusturyalı nüfusun en az olan grup olduğunu ifade ediyor.

Viyana halkının sosyal hayata katılımını görünce “gerçek şu ki, İtalya’da olduğu gibi burada da din neşelenmeye ve haz duymaya karşıt değil” diyor. Sonra da Fransız Katolikliği konusunda şu değerlendirmede bulunuyor: “... ama pek az insanın inanmayı ve uygulamayı kendine layık gördüğü, öylesine asık suratlı, öylesine kıskanç, ölüm ve yoksunlukla dolu bir Katoliklik fikri sadece bizde var. Din sevimli ve kolay olduğu, fedakarlıktan çok inanç talep ettiği için Avusturya’da da İtalya’da da, İspanya’da olduğu gibi geniş ve derin etkisini koruyor” (s. 82).

Kitap boyunca İngiliz Fransız çatışmasına şahit oluyoruz.

Malta’da şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: “İngilizler işgal ettikleri yerlerin halklarını İngiliz haline getirmezler, demek istediğim onları köleler ya da kimi zaman hizmetçiler haline getirirler. Maltalıların başına gelen de budur...” (s. 114).

Mısırla ilgili ilk izlenimi ise şöyledir: “Mısır koskoca bir mezar; yıkıntıları ve küçük tepeleriyle kül kaplı bir toprak üzerinde serpiştirilmiş mezarları gözler önüne seren İskenderiye’nin kumsal kıyısına ulaştığımızda bu izlenimi edindim” (s. 133).

O tarihteki Kahire’yi şöyle tarif ediyor: “Bütün kent duvarlarla çevrili elli üç mahalleye ayrılmış; bunların birçoğu Kıptilere, Yunanlılara, Türklere, Yahudilere ve Fransızlara ait” (s. 165).

Frenk mahallesi tüccarlar sokağında Avrupa’nın bütün milletleri bildik ürünlerini sergiliyorlar. “İngiltere kumaş ve kap kacak alanında, Almanlar çarşaf ve yorgan, Fransızlar moda eşyası konusunda ağır basıyor. Marsilya baharat, kurutulmuş et ve ıvır zıvır alanında en önde geliyor” (s. 161).

Kahire’de otelde kalmak yerine bir ev tutmayı tercih eder. Bir Müslüman mahallesinde halkın arasında yaşamak ister. Ama iş hiç de kolay değildir. “M. Jean, otel hayatından kaçma konusunda aldığım karara hayranlık duydu; ama bir evde doğru dürüst yaşamanız için çok külfete girmeniz gerekir, dedi bana. Kahire’de insanın ne kadar ihtiyacı varsa o kadar farklı hizmetkârı olması gerekirmiş” (s. 190).

“Peki bu ülkenin insanları ne iş yaparlar?” sorusuna aldığı cevap şöyledir:

“Onları tembellikleriyle başbaşa bırakıyorlar ve bir iş için iki ya da üç kişi tutuyorlar. Her halükârda bir efendinin her zaman bir katibi (katibisır), veznecisi (haznedar), çubuğunu taşıması için bir çubukçu, silahını taşıması için bir silahtarı, atını tutması için bir seracıbaşı, durduğu her yerde kahvesini yapması için bir kahvecibaşı vardır; bütün bunlara yardım eden yamakları unutmamak gerekir. Evin içinde, daha başka adamlar gereklidir; çünkü kapıcı dairelere bakmaya rıza göstermez, aşçı da kahve yapmaz; bir de su taşıyıcısı gereklidir” (s. 191). İnsanın inanası gelmiyor.

Avrupalılara yönelik eleştirisi şöyledir: “Bizim kibar alemi insanlarımız, Doğu’da bile, ancak nezih yerlerde kendilerini göstermeye razı olurlar; alt tabakadan insanlarla konuşmazlar ve günün belli saatlerinde süslenmeden ortada dolaşmazlar. ... uzun çubuğunun ağızlığını içtenlikle size uzatan ya da kahve getirten iyi yürekli bir Arapla yakınlık kurmaktan bile korkan bu centilmenlere çok acıyorum” (s. 200). “Bu konuda İngilizler çok yamandır; ve onlardan birinin önümden geçtiğini görünce dünyalar kadar eğlenirim” (s. 200)

“Bu tür karikatür gibi yaratıklarla tanışmak pek olanaklı değildir; çünkü İngilizler, kendilerine takdim edilmeyen birisiyle asla konuşmazlar” (s. 201).  

Fransız Konsolosluğunda katıldığı bir yemekte konsolosluğu meşgul eden konuyu şöyle anlatır: “Hizmetkarlık yapan zavallı bir Fransız, Müslüman olmaya karar vermişti; işin acayip yanı, karısının da İslamiyeti kabul etmek istemesiydi. Bu skandalı önlemek için çareler aranıyordu. Frenk din adamları önemle ele almışlardı bu olayı; Müslüman din adamları da baskın çıkmayı izzeti nefis meselesi haline getirmişlerdi. Birinciler dinden çıkan karı kocaya para, iyi bir iş ve çeşitli avantajlar öneriyordu; ikinciler ise kocaya şöyle diyordu: “Hristiyan olarak kalman işe yaramaz; ne isen hep öyle kalırsın, kıpırdayamazsın; Avrupa’da bir hizmetkarın senyör olduğu hiçbir zaman görülmemiştir. Oysa bizde, en önemsiz uşak, bir köle, bir aşçı yamağı emir, paşa, vezir olur, sultanın kızıyla evlenir: 
Yaşının önemi yoktur; en ön sırada yer alma umudu ölene kadar terk etmez bizi” (s. 201).

Bunun üzerine yaptığı değerlendirme şöyle: “Gerçekten de, aşağı tabakadan insanların, rastlantılar ya da doğuştan zekaları sayesinde, geçmişleri, eğitimleri ya da daha önceki durumları engel olmadan, bizde sadece yasa kitaplarında yazan eşitlik ilkesini gerçekleştiren bir olanağa sahip olduklarını söylemek gerekir. Doğu’da yasa karşısında hesap vermişse, bir caniye bile hiçbir iş ve makam kapalı değildir: Onun önünü kapatan hiçbir ahlaki önyargı yoktur” (s. 202).

Müslüman mahallesinde bekar olarak yaşama imkânı yoktu. Yanında bir kadın olması gerekiyordu. Bu zorunluluk onu bir köle kadın satın almaya kadar götürmüştü. Ama bu süreçte çok şey öğrenecekti.

“Hala Avrupa’nın önyargılarının etkisindeydim ben ve bu ayrıntıları öğrenince şaşırmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Köleliğin Doğu’da bir çeşit evlat edinme olduğunu anlamak için orada biraz yaşamış olmak yeterliydi. Bu ülkede kölenin yaşama koşulları, fellahtan ve özgür rayadan çok daha iyiydi kuşkusuz. Ayrıca, evlenme konusunda edindiğim bilgi dolayısıyla, ana babası tarafından satılan Mısırlı kız ile pazarda sergilenen bir Habeş kızı arasında büyük bir fark olmadığını da kavramıştım” (s. 204).

Seyahat özgürleştirir, evet ama pahalıdır da. Nerval diyor ki: “Doğu’da otelcilerin, tercümanların, uşakların ve aşçıların seyyahlara karşı her hususta anlaştıklarını söyleyebilirim. Kararlılıkla ve hatta hayal gücünü de çalıştırarak davranılmazsa, burada uzun bir süre kalmanın bir servete mal olacağını anlıyorum şimdiden. M. de Chateaubriand, Doğu’da nerdeyse iflas ettiğini açıklamıştı. M. de Lamartine de çok para harcamıştı. Öteki seyyahların çoğu limanı terk etmemişler ya da ülkeden hızla geçmişlerdi. Çok etkili olduğuna inandığım bir projeyi gerçekleştirmeye girişmek istiyordum ben. Bana bir kadın gerektiği için bir köle satın alacaktım. Kahire’de uzun süre kalma ve başka şehirlere uğrama masrafları hesaplanırsa, tutumlu davranmış olacağım besbelliydi. (s. 212).

Kendisine tanınan sürede bir köle kız bulmak durumundaydı. Köle pazarında ağlayan bir kadın gördüğü zaman değerlendirmesi şöyledir: “Burada ağlayan tek köle, efendisini kaybedeceğini düşünerek ağlıyordu; ötekiler ise bir efendi bulamadan burada uzun süre kalmak korkusuyla endişeleniyorlar gibi geliyordu bana. İşte Müslümanların karakteri lehinde bir gerçek bu. Bu durumu, Amerika ülkelerindeki kölelerin kaderi ile karşılaştırın! Mısır’da tarım işinde çalışanların sadece fellahlar olduğu doğrudur. Pahalıya mal olan kölelerin gücü ve kuvveti, ağır işlerde kullanılmaz; köleler ancak ev hizmetlerinde kullanılır. Müslüman ülkelerdeki köleler ile Hristiyan ülkelerdekiler arasındaki büyük fark da budur işte (s. 232).

Nerval bir süre Kahire’de kalmış ve bu kenti anlayıp sevmek için başvurulması gereken biricik yolu denediği, yani her açıdan kendini bir Kahireli haline getirdiği için pişmanlık duymuyordu. Ona göre “seyyahlar genellikle, bu kentin mahrem hayatını kavramak ve pitoresk güzelliklerini, karşıtlıklarını yakalayabilmek için yeterince zaman ayırmıyorlar. Oysa burası, birçok tarihsel dönemden arta kalmış, farklı toplumsal zümrelerin görülebileceği biricik Doğu kentidir. Bağdat da, Şam da, Konstantinopolis de bu tür inceleme ve düşünce konularını koruyabilmiş değildir” (s. 239).

Harem vb. konularda Doğu hakkında önyargılara kapılanların kısa sürede hayal kırıklığına uğrayacağını yazar Nerval. Kadınların konumuna dair şu tespitleri yapar:

“Her Müslüman imparatorluğunda, evlenmiş bir kadının, bizdekilerle aynı ayrıcalıklara sahip olduğunu kafamıza sokalım; böyle bir kadının, evlenme sözleşmesine bir madde koydurtarak, kocasının ikinci bir kadını almasını engelleyebileceğini de unutmayalım” (s. 269).

“Demek ki, Müslüman yasasında, sanıldığının tersine, kadını kölelik veya aşağılık durumuna indirgeyen hiçbir yargı yok. Kadın miras hakkına sahiptir, kocasının otoritesi dışında bile kişisel olarak mal mülk sahibi olabilir. Yasalarca belirlenmiş nedenlere dayanarak boşanmayı dahi isteyebilir” (s. 271).

Bu köle kadını satın almakla bir delilik yaptığına kani olur. Zira, Paşaya şikâyette bulunan her kölenin kendini yeniden sattırabileceğini, böylece efendisini değiştirebileceğini ve Müslüman olduğu için aşağılık işler yapmaya hiçbir zaman razı olmayacağını öğrenir (s. 273).

“İşte kölelerin özgürlük istemediği acayip bir ülke” diye devam eder. “Müslüman toplumun gerçeğini, bir köle kadınının durumunun, en ağır işlerde çalıştırılan ve sefil kocalarla mutsuz olan zavallı Mısır kadınlarınkinden çok daha üstün olduğunu şimdiden yeterince biliyordum” (s. 281).

Ardından Kahire’den ayrılış. Lübnan’a doğru deniz yolculuğu. Gemide karşılaştığı bir Anadolu Türkü ile ilgili olarak şunları yazar: “Doğu’da, halk insanları, genellikle teklifsizdirler; bunun nedeni, eşitlik duygusunun burada bizdekinden çok daha sade ve samimi bir şekilde benimsenmiş olması ve bütün toplumsal sınıflarda bir tür doğuştan kibarlığın var olmasıdır. Eğitime gelince, o her yerde aynıdır; kısa ama geneldir. Sıradan bir insanın kısa sürede büyük bir şahsiyetin gözdesi olmasının ve hiç yadırgamadan en yüksek mevkilere kadar geçebilmesinin nedeni de budur (s. 351).  

Ve Lübnan. Maruniler, Dürziler, Müslümanlar, Hristiyanlar, misyonerler, isyanlar. Müthiş bir karmaşa. Bu arada bir Dürzi şeyhinin kızına tutulması.

İçine düştüğü durum hiç de kolay değildir. Şu sözler ona ait: "...sonunda bir eş için verebileceğim parayla bir köle kız satın aldım. Ama ait olmadığınız bir dünyanın âdetlerinin içine başınızı belaya sokmadan giremezsiniz; bu kızı ne gönderebiliyorum, ne satabiliyorum ne de tedirginlik duymadan bırakabiliyorum, ne de çılgınlığa kapılmadan evlenebiliyorum onunla. Ayağımda bir zincir bu; köle olan benim; işte görüyorsunuz, beni burada tutan kader aslında” (s. 532).

Ve İstanbul’a gelir. “Avrupa toprağına ayak bastım nihayet” der. Yolda İzmir’e de uğrar. “İzmir neredeyse tam bir Avrupa kenti” diye düşünür. Marmara’dan İstanbul’u gördüğünde ise duygularını şöyle anlatır: “...kuşkusuz dünyanın en güzeli olan Konstantinopolis limanının göz kamaştırıcı görünümünün tadını çıkardık” (s. 550).

“Ne garip bir kent Konstantinopolis! İhtişam ve sefalet, gözyaşları ve sevinç; başka yerlerdekinden çok daha fazla keyfi davranış, ama aynı zamanda da daha fazla özgürlük var burda [elhak, yüz yetmiş yılda pek bir şey değişmemiş gibi, sk]; dört farklı halk birbirinden çok da nefret etmeden birlikte yaşıyorlar. Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler, aynı toprağın evlatları olan bu insanlar, bizim çeşitli taşra halklarımızın ya da farklı taraftar gruplarının beceremediği gibi değil, çok daha fazla hoşgörü gösteriyorlar” (s. 553).

İstanbul’da dolaşırken Sultan Abdülmecid’i de görme imkânı bulur. Ramazan gecelerini, İstanbul sokaklarını, Üsküdar’ı, dervişleri, yoksulluğu, bizim insanlarımızı pek çok şeyi Nerval’in gözüyle görürüz.

Bitirirken söyledikleri önemlidir: “Evet Yunanistan’da çoktanrıcı, Mısır’da Müslüman, Dürzilerin arasında tümtanrıcı ve Keldani ülkesinin tanrı-yıldızlı denizlerinde bir sofu olarak hissettim kendimi; ama Konstantinopolis’te Türklerin bugün uyguladıkları evrensel hoşgörünün büyüklüğünü kavradım” (s. 741).

Ben daha çok yazarın Doğu hakkındaki değerlendirme ve gözlemlerini öne çıkarmaya çalıştım. Oysa kitapta insanlara, toplumlara, dinlere, kültürlere, anlayışlara dair oldukça ilginç ayrıntılar var. Bir anda kendinizi dinler, milletler, kültürler yumağı içinde hissediyorsunuz. Çok renkli. Hem 1840’ların dünyasını, anlayışını, hem bir Batılının Doğu’ya bakışını, kendi toplumlarına dair değerlendirme ve eleştirilerini, insanı, zaaflarını, hayallerini vb. pek çok şeyi okuma imkânı sağlıyor.

Bu dışarıdan bakış beni etkiledi. Samimi ve şairane bir bakış.


Süleyman KALKAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder