Mehmet Ocaktan Müslümanların devlet
ve hukuk anlayışları konusunda Karar Gazetesinde art arda iki yazı yayımladı. Her
iki yazıda değinilen hususların Müslüman toplumların geleceği açısından son
derece önemli olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle söz konusu yazıların bazı
bölümlerini aktarmayı yararlı buluyorum.
M. Ocaktan 19.06 2023 tarihindeki
“Hukuksuzluğa cevaz veren hukukla kriz biter mi?” başlıklı yazısında, “...
genel anlamda Müslüman toplumların ‘devlet tasavvuru’, evrensel
hukuk normlarına dayalı bir ‘hukuk devleti’ anlayışıyla
örtüşmemektedir” şeklindeki tespitinden sonra şunları söylüyor:
“...Ne yazık ki bu toplumu
oluşturan farklı dini, ideolojik ya da kimliksel aidiyete mensup hemen bütün
toplum kesimleri için insan hakları temeline dayalı ‘hukuk devleti’ anlayışı
kesinlikle hayati bir ihtiyaç değildir. Çünkü Müslüman toplumlarda ‘siyasi
meşruiyet’in kaynağı büyük ölçüde hukuk değil, devletin bekası için
otoriteye itaati esas alan yaklaşımdır.
Maalesef yüzyıllar içinde
Müslümanların siyaset felsefesindeki tavırları değişimci ekole göre değil,
meşrulaştırıcı ekole göre şekillenmiştir.
İslam tarihinde ulemanın ‘istibdada cevaz verme’ niteliği taşıyan fetvalarını ’ayak uydurma fıkhı’ olarak tanımlayan Muhammed Muhtar Şankıti’nin bu konudaki şu ifadelerinin günümüz sorunlarına bakışta farklı bir pencere açacağı kanaatindeyim: “Tarihin akışı, İslam siyasi fıkhının genel olarak ‘ayak uydurma, cevaz verme’ fıkhı olmasına hükmetmiştir. Bu yüzden İslam kültürüne ‘siyasi meşruiyet’ mantığından ziyade ‘siyasi şer’iyye’ mantığı hakim olmuştur. İki terim arasında büyük bir farklılık vardır. Bilindiği üzere ‘siyet-i şer’iyye’ kavramı tarihimizdeki terimlerden biridir. Bu terim; ilkelerin, baskıcı gücün gerçekliğine uyum sağlamasına ve meşru bir siyasi otorite kurmaktan ümit kesildikten sonra istibdat yönetimi altında kurtarılması mümkün olanı kurtarmaya çalışma esasına dayanan ‘ayak uydurucu fıkhın’ bir ürünüdür. ‘Siyasi meşruiyet’ ise gerçekliğin ilkelere uymasını talep eden hukuki bir kavramdır.” (İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz, s.60)”
Mehmet Ocaktan 21.06.2023 tarihli
Karar Gazetesi’nde yayımlanan “Sözleşmeye dayalı ahlaki yönetimden krallık
ve saltanata” başlıklı yazısında ise şu hususları dile getirmektedir:
“Bugünden geçmişe doğru Müslüman
toplumların oluşturdukları yönetim biçimlerine baktığımızda, ne yazık ki olumlu
örnekler bulmakta güçlük çekiyoruz. Ancak toptancı bir yaklaşımda bulunarak
haksızlık da etmemek gerekiyor.
Zira biliyoruz ki ilk dönem
Müslümanları, özellikle Hz. Peygamberin hayatta olduğu o günün mütevazi
şartlarında ‘Şura’ mekanizmasını düzgün işleterek sıhhatli bir
yönetim modeli oluşturmuşlardır. Ancak Hz. Peygamberin vefatı sonrasında hem
Arap toplumundaki kabile asabiyetinin baskın hale gelmesi hem de dünyadaki yeni
gelişmeler, Müslümanların mevcut yapılarını daha kırılgan hale getirmiştir.
Bir kere Müslümanların kurduğu
devletin sınırları genişlemiş, demografik yapı farklılaşmış, ticaret ve
ekonomide yeni güç dengeleri oluşmaya başlamıştır. Bunun sonucunda doğal olarak
farklı görüşler ve farklı inanç haritaları ortaya çıkmıştır. Haliyle bu yeni toplumsal
güç odakları, aynı zamanda devletleri parçalanma ve çözülme gibi tehlikelerle
de karşı karşıya bırakmıştır.
Kültürel ve ekonomik anlamda
farklılaşan bu yeni dönemde artık Müslümanların önünde fırtınalı yıllar vardır.
Görüş ve mezhep farklılıkları doğal olarak, düşünsel planda birliğin nasıl
sağlanacağı Müslümanların en önemli sorunlarından birisi olarak ortaya çıkmış
bulunmaktadır. Yeni dönemin en belirleyici iki eğiliminin nakil ve akıl
olduğunun altını çizen Muhammet el-Cabiri bu konuda şöyle bir
tespitte bulunuyor: “Birinci kısmın çevresinde kümelenenler, feodal
veya yarı feodal güçler ile kırsal kesim ve şehirlerde maddi ve fikri geriliği
temsil eden zümrelerdi. İkinci akım ise önce Mu’tezile sonra da filozoflar
tarafından sözcülüğü yapılan ilerici ve atılımcı yeni güçler tarafından
savunuluyordu.” (Felsefi Mirasımız ve Biz, s78)
O dönemin kendine özgü şartları
dikkate alındığında, Müslümanların elindeki tek gücün ‘akıl’ olduğunu
belirten Cabiri diyor ki: “Sadece akıl, varlığın sırrının künhüne vakıf
olmaya ve izlenecek yolu belirlemeye güç yetiren evrensel bir kuvvettir.”
Ancak hemen belirtmek gerekiyor
ki Malik b. Nebi’nin ‘yükseliş’ ve ‘ruh’ dönemi
olarak tanımladığı nebevi dönem ile Raşit halifeler döneminin sonunda başlayan
fitne ateşi, Hicretin 38. Yılındaki Sıffin savaşı ile birlikte giderek geniş
bir alana yayılmaya başlamıştır. Daha da dramatik olanı, bu olayla başlayıp
günümüze kadar devam eden hatalar zinciri, ne yazık ki Müslüman toplumların
sadece ellerindeki ‘akıl’ gücünün zayıflamasına değil, ahlaki
üstünlüğü kaybetmelerine de yol açmıştır.
Bugün bakınca daha iyi anlıyoruz
ki Sıffin, aynı zamanda Müslüman toplumda yeni yeni oluşmaya başlayan
demokratik İslami yönetim tasarımının seyrini engelleyen bir dönüm noktası
olmuştur.
Şankıti, Malik b.
Nebi’ye dayanarak bu dönemi şöyle değerlendiriyor: “Sıffin,
İslam’daki sözleşmeye dayalı siyasi ve ahlaki değerler manzumesinden ona
tamamen zıt olan temellük ve zorbalığa dayalı değerler manzumesine geçişin,
Malik b. Nebi’nin deyimiyle ‘Medine atmosferi’nden ‘Dımaşk atmosferi’ne geçişin
başlangıcıdır. İslam devlet merkezinin Medine’den Dımaşk’a taşınması sadece
coğrafi bir intikalden ibaret değildir; tam aksine bu taşınma, hilafet
değerlerinden mülk (krallık, saltanat) değerlerine geçişi temsil eden ahlaki
bir dönüşümdü aynı zamanda.” (İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz,
s.55)
Maalesef bu ahlaki dönüşümle
birlikte saltanata dönüşen Müslümanların yönetim anlayışı, Emevilerden
Abbasilere ve Osmanlıya uzanan çizgide dinin, otoritenin emrine girmesiyle
sonuçlanmıştır.
Dinin ulus devlet ideolojisi
olarak modern bir araç haline getirilmesi, iç ve dış muhaliflere karşı bir
silah olarak kullanılmasının Abdülhamid döneminde başladığını
belirten Sami Zubaida bu konuda şu tespiti yapıyor: “İslam’ın
devlet kontrolüne girmesi millileşmesi bağlamında din benzerliği hükümdar ve
devlete bağlılığın temel bir unsuru haline geldi ve dini muhalefet fesat olarak
görülmeye başlandı.” (İslam Dünyasında Hukuk ve İktidar, s.219)
Kabul etmek gerekiyor ki Müslüman
dünya olarak yüzyıllar öncesinden devraldığımız kültürel mirasımızın tasavvuru
ile şekillenmiş bir hayatı yaşıyoruz. Dolayısıyla bu gerçeği kabullenmeden,
bugün Müslüman ülkelerin içinde bulunduğu hukuksuzluğu, adaletsizliği, insan
hakları azlığını ve bilimsel geriliği anlamak ne yazık ki mümkün değildir.”
Ocaktan’ın tespit ve
değerlendirmeleri bence önemli. Kanaatimce üzerinde daha çok düşünmeyi
gerektiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder