Ne büyük sıkıntı ya Rabbi. Bildiğin işkence. Yüzlerce belki binlerce kitap içinden üç tanesini, otuz iki meyvenin en tatlısını seçeceksin. Kolay mı öyle?
Hangi kitabın ‘seni sen
yapmadaki etki derecesini’ nasıl ölçeceksin? Neyle ölçeceksin?
Zor durumdayım vesselam.
Ama nasıl anlatmalı? Hocam siz türkü seversiniz. Türkü diliyle anlatsam olur mu?
Allı turnam taş başını yol eder
Ördek gelir su başını göl eder
İki güzel pencereden el eder
Birin alsam biri intizar eder
Şimdi birini seçsem
ötekiler intizar etmeyecekler mi? Kitabın intizarı ne demek biliyor musunuz hocam?
Yine de şöyle bir
toparlamaya çalışsam hafızamı, acaba başarabilir miyim?
Kayseri İmam Hatip Okulunda yatılı okuyorum. İslam’la ilgili olarak ilk okuduğum adamakıllı kitap herhalde Ahmet Hamdi Akseki’nin “İslam Dini” adlı eseriydi. Ne ağır bir dili vardı, anlatamam. Konular da öyle. İnsanın dine olan ihtiyacından bahseden felsefi bir bölümle başlıyordu. Ağır bir kitaptı, her bakımdan ağır. Ama benim İslam’la ilgili olarak okuduğum en sağlam, en derli toplu kitaplardan birisiydi. İyi ki de öyle olmuş. Hala çok kıymet verdiğim bir kitaptır. Ne var ki okulda okuduğum nüsha zaman içinde kayboldu. Sonradan bir tane daha aldım, ama o ilk kitapta bana ait olan notlar, çizgiler kayboldu gitti.
Sonra yine kaçıncı
sınıfta okuduğumu hatırlamıyorum ama zihnimdeki peygamber imajının oluşmasında
çok büyük etkisi olan Zekai Konrapa’nın “Peygamberimizin Hayatı” adlı
eserini zikretmem şart. Okunması kolay, akıcı o yaştaki çocukların zihnine etki
edebilecek güzellikte bir kitaptı. Maalesef onu da kaybettim, sonradan almak
durumunda kaldım.
O yıllarda yatılı
öğrenciler olarak İstanbul’dan topluca kitap getirtiyoruz. Kim nasıl organize
ediyor hatırlamıyorum. Ama sanırım üst sınıftan öğrenciler akşam mütalaası
sırasında bu talepleri topluyorlar. İlk gelen kitaplar arasında hatırladıklarım
Mevdudi’nin “Hicab” ve “İslam’da Hükümet” adlı eserleri. Çok
etkileniyorum. Gelenlerin çoğu Ali Genceli’nin tercüme ettiği kitaplar.
Muhtemelen Meryem Cemile’nin “Garp Materyalizmi Karşısında İslam” adlı
eseri de o yıllarda elime geçenlerden. Başka kitaplar da var tabii ki. Mesela Riyâzus
Sâlihîn. Hatta Kadir Mısıroğlu’nun
yayınladığı Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıratım” adlı dört ciltlik eseri.
Derslerde okutulan Atatürk’le hiç ilgisi olmayan başka bir Atatürk portresi var
karşımızda. Bizim neslin Atatürk imajı bu kitaptan çok etkilendi, hatta o
kitapta çizilen imaja çok yakın bir tasavvur oluştu da diyebilirim.
Gazete kupürlerini
biriktirerek edindiğim Cevdet Paşa’nın 4 ciltlik kısa boy “Kısas-Enbiya”sı.
Nezihe Araz’ın Yunus Emre’yi anlatan “Dertli Dolap”ı.
Nereden nasıl bulaştım
bilmiyorum ama Cevat Rıfat Atilhan’dan İğneli Fıçı-Tarih Boyunca Yahudi
Mezalimi’ni bile okuduğumu hatırlıyorum.
Sanırım Kayseri’nin o
meşhur soğuk kış günlerinden birinde Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’ne Muhammed
Hamidullah merhum bir konferans için gelmişti. Bu o dönem için olağanüstü bir
olaydı. Orada Hocayı dinlemek nasip oldu. Hocanın söylediklerine dair aklımda
tek bir şey kalmış değil. Tek hatırladığım bir deri bir kemik, ama önemli
şeyler anlattığından şüphe etmediğim bir zat. İnanılmaz hayranlık duyuyorum.
Bilmiyorum neden? Belki de Mahmut abinin (2020 Haziran’ında rahmeti Rahman’a
kavuşan Mahmut Kanık hoca) etkisi.
Bu hayranlığın sonucu mu,
başka bir vesile ile mi her nasılsa, onun “İslam Peygamberi” adlı 2
ciltlik muazzam eserini ediniyorum. Nerden aldığımı da bilmiyorum, ama
hayatımda aldığım en kıymetli kitaplardan birisiymiş gibi hissettim her zaman.
Resulullah’ın hayatına dair son yüzyılda yazılan eserleri sıralayacak olsak her
halde ilmi açıdan en dikkate değer olanı bu kitaptır diye düşünüyorum. Daha
sonraları ne oldu bilemiyorum, kitap yayınevi tarafından mı toplatıldı, bir
şeyler oldu ama ayrıntılarına vakıf değilim.
Hocam bu eserlerin her
birinin kalbimde, ruhumda ayrı bir yeri var. Hangi birinden vazgeçebilirim
Hocam? Kolay mı öyle üçe indirmek?
Romanları, hikayeleri,
şiirleri yazmıyorum tabii ki. Oraya girmemiz istenmiyor. Müsaade olsa Allah
bilir kimler kimler girer o listeye, Ömer Seyfettin’den, Kemalettin Kamu’ya,
Kırşehirli hemşehrim Oğuz Özdeş’ten, Dostoyevski’ye.
Bu arada rahmetli Mahmut
abi ile birlikte okuduğumuz, daha doğrusu ondan dinlediğim kitaplar. Okulda (A)
sınıfları Fransızca diğerleri ise İngilizce öğreniyorlar. O (A) sınıfında
olduğu için Fransızca öğreniyor, ben ise İngilizce öğreniyorum. Arapça ise
ortak dilimiz. Türkçe konuşmamaya, mümkünse Arapça ifade etmeye çalışıyoruz.
İngilizce ve Fransızcada ise adeta yarışıyoruz. O bana okuduklarını anlatıyor.
Fransızcanın okunuşlarını, hatta fiil çekimlerini öğretiyor bana.
O sıralar Mahmut abinin
okuduğu yazarlar çoğunlukla Jean-Paul Sartre, Albert Camus, André Gide vb.
Fransız yazarlar. İmam Hatip’te öğrenciyiz ikimiz de, sene 70’lerin başı, Mahmut
abi bana Egzistansiyalizmi anlatıyor. Bu vesileyle Sartre, Camus, Gide
hatta Prevért vs. pek çok Fransız yazarı o vesileyle tanıdım. Hatta bu daha
sonraki okumalarımı da etkiledi. Hugo’yu, Balzac’ı, Zola’yı hep bu iştiyakla
okudum. Belki Mahmut abinin etkisiyle, Fransızca öğrenmeyi, o kitapları
orijinalinden okumayı çok istedim, ne yazık ki yapamadım. Benim kusurum.
Zihin yapımızın arkasında
bunların mutlaka izleri var Hocam.
O zamanlar milliyetçi
kesimle henüz kesin çizgilerle ayrışma yaşanmamış, dolayısıyla “milliyetçi-mukaddesatçı”yız.
Osman Yüksel Serdengeçti de o dönemde benim dünyama giren milliyetçi-muhafazakar
yazarlardan. “Mabetsiz Şehir” ve “Bir Nesli Nasıl Mahvettiler?”
aklımda kalanlar. Onun o mizahi, iğneleyici tatlı üslubu hala hatırımdadır.
Hatta ondan nakledilen bir anekdotu hiç unutamam. Birgün Üstad Necip Fazıl, mutat
olduğu üzere, bir yerde, muhtemelen bir konferansta veya belki de bir dost
meclisinde Mehmet Akif aleyhine bir şeyler söylediğinde, Serdengeçti hemen
“Üstad zirveler zırvalarla yıkılmaz” demiş. Hem Üstad’a hem Akif’e hayran
birisi olarak bu çıkış hep hoşuma gitmiştir. Belki de benim Üstad’a söylemek
istediğimi onun ağzından duyduğum için.
Necip Fazıl okumalarım
İmam Hatip’te iken başladı. Önce sanırım “Çöle İnen Nur”u okudum. O
zamanlar acayip anti-komünistiz. “Moskof” da tam bu duygulara hitap eden
bir eserdi. Ulu Hakan Abdülhamid Han bizim nesil için çok önemli idi. Önemliydi
çünkü bir taraftan resmî ideolojinin yoğun, tavizsiz, tahammülsüz, müsamahasız
şekilde empoze etmeye çalıştığı ‘Atatürk sevgisi’ karşısında sanki gençliğe “hayır
o değil, esas lider bu” der gibi bir anlam taşıyordu. Yani mukaddesatçı
camianın yeni rol modeli işaret ediliyordu.
Üniversite için Ankara’ya
geldiğimde de Necip Fazıl okumalarım yoğun biçimde devam etti: “O ve Ben”,
İdeolocya Örgüsü, Esselâm,
Hac, Veliler Ordusundan, Babıali, Bir Adam Yaratmak, Reis Bey,
Müdafaalarım, Son Devrin Din Mazlumları, Doğru Yolun Sapık Kolları, günlük
yazıları ve takriben bütün külliyat. Sadece Necip Fazıl’ın eserlerini değil
ona dair yazılan her ne var ise onları da okuyorum.
Aynı şekilde Sezai
Karakoç okumalarım da Kayseri’deyken başladı. Hem Üstadı hem Sezai Karakoç’u
okuyorum. Paralel bir okuma. Orada başlayan okumalarım aynı şekilde Ankara’da
devam etti. Onun da bütün külliyatını okudum neredeyse, her okuyuşta yenilikler
keşfederek, aydınlanarak, büyük bir hayranlıkla. Özellikle onun Sütun I-II,
Yazılar I-II, Farklar, Diriliş Neslinin Amentüsü, İslam, Mehmet Akif, İslam
Toplumunun Ekonomik Strüktürü ve neredeyse bütün külliyat.
Hem Necip Fazıl hem Sezai
Karakoç zihin dünyamın oluşmasında çok önemli izler bıraktı. O nedenle
Hocam boşuna zorlamayın hiçbirinden vazgeçemem bunların.
1973 yılı yaz aylarında
rahmetli kardeşim Sami Börekçi ile Ankara’ya geldik. Bir yıl sonra üniversite
için temelli olarak geleceğimiz bu şehre alışmak, çevreyi tanımak istiyoruz.
Kim nasıl ayarladı bilmiyorum, bu süre içerisinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nda
görevli Ramazan Ayvalılı hocadan Celaleyn Tefsiri dersleri alıyoruz.
Öğleden sonraları belirli bir saatte Hocanın Kocatepe’deki odasına gidiyoruz ve
orada Celaleyn Tefsirini okuyoruz. Daha doğrusu Hoca bize okuduklarımızı
o eşsiz birikimiyle daha da tefsir ediyor. Yine Hocanın tavassutuyla Ulus’taki
Sanayi Han’da bir yurtta kalıyoruz. Celaleyn Tefsiri ve o bağlamda
geleneğe hakim olan, kendi başına bir kütüphane olan o güzel insanın o ince,
tatlı üslubuyla anlattıkları zihnimizde özel bir yer işgal ediyor.
Ertesi yıl üniversiteyi
kazanarak Ankara’ya geliyoruz. Hem Ankara’ya geliş hem üniversite dolayısıyla
önümüzde muazzam ufuklar açılıyor. Taşranın küçük, kısıtlı dünyasında değiliz
artık. Büyük şehirdeyiz, Başkentteyiz, üniversiteler şehrindeyiz ve çok kitap
var. ODTÜ Kütüphanesi benim için büyük bir imkan sunuyor. Ardından British
Council ve Amerikan Kütüphanelerine üye oluyorum ve vaktimin çoğunu oralarda
geçiriyorum. İslam ve İslam dünyası ile ilgili olarak Batı’da yayınlanmış
kitapları okumaya çalışıyorum. Özellikle British Council Kütüphanesinde Watt’ın
kitaplarını keşfediyorum.
İmam Hatip son sınıflarda
yine Mahmut abinin yönlendirmesiyle Edebiyat Dergisini okumaya başlıyorum. Dili
bizim alıştığımız, öğrendiğimiz ve hatta kutsadığımız o ağdalı, Osmanlıca’ya
yatkın eski dilden oldukça farklı. Hatta çokça eleştirdiğimiz, “uydurukça” diye
yaftaladığımız dille yazıyor Edebiyat Dergisi yazarları, özellikle de Nuri
Pakdil.
Ankara’ya geldiğimizde
ilk gittiğim yerlerden biridir Edebiyat Dergisi. Tarım Bakanlığının köşesinden
Esat’a doğru yöneldiğinizde, rampayı çıkarken solda Demirer Pasajının
girişindeydi. Nuri abiyi orada tanıdım. Onun huzurunda çok konuşulmuyordu. O
bir şey söylerse ne âlâ. Bir ara cesaretimi toplayıp neler okumamı tavsiye
ettiğini sordum. Eline bir kağıt aldı ve 5-6 tane kitap yazdı verdi bana.
Baktım Dostoyevski’nin romanlarıydı çoğu. Hepsini teker teker okudum.
Nuri abinin kitaplarını, kimi
imgelerini anlamasam da satır satır okudum. Sadece onu değil, Edebiyat Dergisi
Yayınlarından çıkan tüm eserleri atlamadan okudum, ezberledim. Aklımda kalanlar
Nuri Pakdil’in Biat, Bağlanma, Batı Notları, Umut ve Arap
Şiiri (Güldeste), Akif İnan’ın Edebiyat ve Medeniyet Üzerine, Rasim
Özdenören’in Çok Sesli Bir Ölüm, Erdem Bayazıt’ın Sebeb Ey, Cahit
Zarifoğlu’nun Yedi Güzel Adam adlı eserleri.
Sonra Rasim abiyi (Özdenören)
tanıdım. Onun Çok Sesli Bir Ölüm Üzerine adlı hikayesini okumuş ve çok
etkilenmiştim. O zamanlar Kültür
Bakanlığı’nda idi. Ben de İmam Hatip son sınıflarda iken yazmaya başladığım
hikayelerden birini, kendimce en beğendiğimi verdim ona. Bana yazmaya devam
etmemi tavsiye etti. Daha büyük (!) işlere giriştiğimden sürdüremedim ne yazık
ki. Şiir de hikaye de kaldı oralarda.
Daha sonra Mavera
Dergisi yayınlanmaya başladı. Şiir edebiyat yanında İslam bağlamında fikri
konular da yer alıyordu. Yine geleneğin içinde ama daha entelektüel bir hava
görülüyordu. Edebiyat Dergisinden ayrılan Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Cahit
Zarifoğlu, Akif İnan vb. artık Mavera’da yazıyorlardı.
Gerek Rasim abinin
gerekse Nuri abinin daha sonraki yıllarda yazdıklarından haberdar olmakla
birlikte maalesef okuyamadım. Konsantrasyonum değişmişti ve okumam gereken çok
şey vardı. Ne yazık ki onları okumaya fırsat bulamadım. Ya da başka şeyler
okumak bana daha keyifli geldi.
Mavera kadrosuna daha
sonra İsmet Özel de katıldı. İsmet Özel’in “dönüşü” hepimizde heyecan
yaratmıştı.
Genelde bu dönüşler ve
ihtida haberleri bizleri hep heyecanlandırmıştır. Daha önce sözünü ettiğim
Meryem Cemile (Margaret Marcus) de onlardan biridir. Sonra ihtidasıyla birlikte
İslami literatüre de büyük katkıları olan Muhammed Esed’i (Leopold Weis)
zikretmemiz gerekir. Onun Cahit Koytak ve Ahmet Ertürk tarafından Türkçeye de
çevrilen meali Kur’an Mesajı yanında Mekke’ye Giden Yol kitabı
özel bir yere sahiptir benim zihnimde. Ayrıca Yolların Ayrılış Noktasında
İslam kitabı da bir dönem çok etkili olan kitaplardandır.
René Guénon (Şeyh
Abdülvahid Yahya) ve Roger Garaudy’nin ‘dönüş’ü de büyük ses getirdi. Garaudy’nin
Türkçe’de en çok okunan kitabı herhalde İslam’ın Vaadettikleri oldu.
Ama hocam bu kitapların
hepsi benim zihnimin oluşmasında çok etkili oldu. Hangisinden vazgeçeyim siz
söyleyin?
Ankara’daki ilk yıllarım
(1974-1975-1976) İmam Hatip’ten beri okumakta olduğum çerçevede cereyan ediyor,
ama giderek farklılaşmalar ve o geleneksel okumaya aykırı denebilecek yeni
okumalar da gelişiyordu.
Bu arada İstanbul’da
yayınlanan Düşünce Dergisi’ni okumaya başlıyorum. Nasıl oldu bilmiyorum?
Ama orada hava biraz daha farklıydı. İslam Devleti bağlamında yazılar
ağırlıktaydı. Edebiyattan ziyade düşünce ağırlıklı bir dergiydi adıyla müsemma
olarak. Ali Bulaç, Ahmet Ağırakça, Hüseyin Besli, Ahmet Debbağoğlu, Ahmet Kuru
ve daha pek çok isim yazıyordu. Daha radikal bir tavırları vardı ve bu durum
biz üniversite gençliğini etkiliyordu. Müstakbel İslam Devleti’nin mali
yapısını, vergi düzeninin nasıl olacağını dahi okuyorduk. Geçmişteki
uygulamaların yeni dünyaya uyarlanması çabası diyebilir miyiz acaba?
Ali Bulaç’ın Çağdaş
Kavramlar ve Düzenler kitabını dikkatle okumuştum.
Daha sonra İsmet Özel de
yazmaya başladı Düşünce Dergisi’nde. İsmet Özel’in Üç Mesele ve Zor
Zamanda Konuşmak adlı eserleri epeyce ses getirdi.
Muhtemelen yayın hayatı
çok uzun sürmeyen Talebe adlı dergide Ömer Özbay’ın yazdığı “Fitnenin
Maliyetine Giriş” adlı yazı da epey yankı bulmuştu.
1976’larda idi sanıyorum,
nasıl olduysa Sami Börekçi kardeşimle birlikte kendimizi Ercüment Özkan’ın
halkalarında ders yaparken bulduk. Ayrı ayrı halkalardaydık, ama her halkada
mutlaka Takiyyüddin Nebehani’nin İslam Nizamı adlı eseri haftalık
bölümler halinde okutuluyordu. Allah’tan bu macera çok uzun sürmedi, ama o
vesileyle pek çok kitap okuma imkanım oldu. İbn Teymiyye’yi o vesile ile
okudum. Bir yanda Üstad’ın etkisi altındayım ve bazı isimler kafamda “sapık”
olarak kodlanmış durumda. İbn Teymiyye de onlardan biri. Sadece o mu? Afgani,
Abduh hatta Mehmet Akif. Okudukça pek öyle olmadığını görüyordum, ama ne yardan
geçiyordum ne de serden. Okumaya devam ediyorum. Tabii olarak okudukça da
meselenin o kadar basit olmadığını anlıyorum.
Bir ara Muhammed Hüseyin Heykel’in Hz. Muhammed Mustafa adlı kitabını da okudum. Ömer Rıza Doğrul tarafından tercüme edilen kitap Hz. Peygamber’e
farklı bir bakış getiriyordu. Kitabı da Hürriyet gazetesi yayınlamıştı sanırım.
O zamanlar Hürriyet Gazetesinin İslam’a ve müslümanlara karşı tavrı belli
olduğundan, bizim camia hiç hoşlanmıyordu bu eserden. M. Hüseyin Heykel de
sevilmiyordu.
Bütün bunları okuduğumu
öğrenen çok yakın bir arkadaşım hüngür hüngür ağlamıştı benim için Zafer
Çarşısı’ndaki bir kafede. Onun için İbn Teymiye’yi okumak, Muhammed Hüseyin Heykel’i
okumak dinden çıkmak gibi bir şeydi. Beni çok sevdiğini biliyordum, onu
anlamaya çalıştım, hala en yakım dostumdur. Muhtemelen zamanla o da beni
anlamıştır diye düşünüyorum. Çünkü bir daha o konuyu konuşmaya cesaret edemedik
ikimiz de.
Bu arada biz Seyyid Kutub'un Fi Zilal'ini
okumaya başladık. Daha doğrusu merhum Sami Börekçi ve bir grup arkadaşla
birlikte Kur’an okuyoruz. O sıralar Fi Zilal yayınlanmış, içinde
bulunduğumuz ortam bizi bu kitabı okumaya sevkediyor.
Giderek okumalarımız
Kur’an’ın bizzat kendisiyle sınırlı olmaya başladı. Okudukça heyecanlanıyoruz,
çoğumuz İmam Hatip kökenliyiz ama ilk defa okuyormuşcasına yeni şeyler
keşfediyoruz. Okumalar yoğunlaşıyor, geceler ve gündüzler Kur’anla geçiyor. “Kur’an
açık ve anlaşılır bir kitap” diyoruz. İnsanlar niye anlamıyor ki? Bu haleti
ruhiye içinde bir süre Kur’an dışında neredeyse hiçbir şey okumuyoruz. Bir yere
takılsak, Kur’an’ın bir başka yerinde onun açıklandığına şahit oluyoruz. Epey
bir süre bu böyle devam ediyor, ama giderek Kur’an’ı anlamak için de başka
şeyleri okumamız gerektiğine kani oluyoruz. Gerek siret, gerek hadis, gerek
tefsir kitaplarını okuyoruz. Hasılı Kur’an’ı anlamak için ne gerekiyorsa
okuyoruz. Elmalı’nın Hak Dini Kur’an Dili başucu kitabımız. Her sureyi
çalışırken mutlaka ondan yararlanıyoruz. Mevdudi’nin Kur’an’a Göre Dört
Terim’i de öyle.
Merhum Seyyid Kutub’un Yoldaki
İşaretler adlı eseri bu dönemde okuduğum kitaplardandır, ama bu kitap,
herhangi bir kitap olmanın ötesinde bir işlev gördü. Bir anlamda yepyeni bir
nesil inşa etti, zihin kodlarını temelden değiştirdi. Neredeyse etkilenmeyen
kalmadı. Yoldaki İşaretler kadar olmasa da İslam’da Sosyal Adalet
kitabı da etkili oluyor, zira Türkiye’de solun çok etkili olduğu o yıllarda bu
kitap bizim için çok anlamlıydı. Bak işte bizde de sosyal adalet var. Bununla
birlikte, iş Mustafa Sıbai’nin İslam Sosyalizmi’ne kadar götürülmedi
Allah’tan.
Daha sonraları Said
Havva’lar, Hasan el-Benna’lar yoğun bir biçimde çevriliyor, ama hiç birisi
Seyyid Kutup kadar etkili olamıyor. Hatta Seyyid Kutub’un kardeşi Muhammed
Kutub’un 20. Asrın Cahiliyesi‘ni bir türlü okuyamıyorum. Muhtemelen
çeviride bir sorun var veya her nedense kaç kez niyetlenmişsem yarım kalıyor.
Gerçi sadece bu kitap
için değil, tercüme kitapların çoğunda ve özellikle de Arapça’dan yapılan
tercümelerde maalesef böyle bir sorun var. Belki de bana öyle geliyor. Türkçeye
aktarımda bir sorun var. Bu maalesef çok yakınlarda Arapça’dan yapılan
çevirilerde de karşıma çıkıyor. Zor iş vesselam.
O dönem yayınlanan
kitaplardan Ahmed Emin’in Fecr’ül İslam adlı eseri hoşuma gidiyor. Yine
o dönemde revaçta olan kitaplardan biri de Yusf el-Karadavi’nin İslam’da
Helal ve Haram adlı eseriydi.
Elime nasıl geçtiğini
bilmediğim ama beni çok etkileyen kitaplardan birisi de Muhammed İkbal’in (Sofi
Huri’nin tercümesiyle), İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Teşekkülü adlı
eseridir.
Bu arada Ankara İlahiyat
Fakültesi yayınları önemli bir açılım sağlıyor. Tefsir, Hadis, İslam Tarihi
konularında çok sayıda kitap Kur’an okumalarımızda bize yardımcı oluyor. İsmail
Cerrahoğlu’nun Tefsir Usulü, Hüseyin Yurdaydın’ın İslam Tarihi
Dersleri, De Lacy O’Leary’nin, İslam Düşüncesi ve Tarihteki Yeri, İbn
el-Kelbi’nin Putlar Kitabı (Kitab’ul Esnam), Mustafa Fayda’nın
İslamiyet’in Güney Arabistan’a Yayılışı adlı eserleri aklımda kalanlar.
Bununla birlikte, M. Said Hatipoğlu hocanın Hilafet’in Kureyşiliği adlı
eserinin apayrı bir yeri vardır.
Süleyman Ateş’in Toshihiko
Izutsu’dan çevirdiği o muhteşem eserle büyüleniyoruz: Kur’an’da Allah ve
İnsan.
Ayrıca İlahiyat Fakültesi
Yayınlarından olmamakla birlikte, Muhammed Ebu Zehre’nin Ebu Hanife, İslam’da
Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi kitapları
da severek okuduğum kitaplardandı.
1977’de SBF’ye giriyorum.
Uluslararası İlişkiler Bölümüne. SBF’de doğal olarak okumalarımda da
farklılaşmalar ve genişlemeler oluyor. Bir süredir farklılaşan okumalarım daha
da genişliyor ve mahalle dışına taşıyor.
Öncelikle Mümtaz Hocadan Anayasanın
Anlamını öğrendim. Şerif Mardin’den Din ve İdeolojiyi okudum.
Türkkaya Ataöv hocanın Afrika Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri Tarihi Afrika’yı
anlamada bana kılavuz oldu. Ümit Hassan’ın İbn Haldun’un Siyaset Nazariyesi’nde
bize ait bir şeyleri bulmanın mutluluğunu yaşadım.
O sıralar Pınar’dan
yayınlanmış olan, Edward Said’in tüm dünyada ses getiren ve hala Doğulu veya
Batılı entelektüellerin başucu kitaplarından sayılması gereken Şarkiyatçılık
adlı o çarpıcı eserini, Ataöv hocaya Ramazan Ersoy kardeşimle birlikte takdim
ettik. Çok mutlu oldu. Kitabı Nezih Uzel
İngilizce aslından değil, Fransızca tercümesinden Türkçeye aktarmıştı. Maalesef
kitabın daha sonra yapılan tercümelerini de beğendiğimi söyleyemem.
Tabii SBF’ye girdikten
sonra yoğun bir Sosyalizm-Marksizm okumaları başlıyor. İdris Küçükömer’in Düzenin
Yabacılaşması adlı eseri bizim camiada çok ses getiren önemli bir
çalışmaydı. Türkiye’deki sağ sol kavramlarına getirdiği oldukça çarpıcı ve
bildik şablonları ters yüz edici yaklaşımlarıyla son derece etkili oldu.
Devlet fikrine hep
ihtiyatla yaklaştım. Önünde sonunda ne olursa olsun onun her an bir zulüm
aracına dönüşebileceğine inandım hep. Proudhon okudum. Etienne de La Boetie’nin
Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev’i de içimdeki bu isyan ve itiraz
duygularına tercüman oldu.
Ankara’ya geldiğim
yıllarda Devlet Ana ile başlayan Kemal Tahir okumalarım bu yıllarda da
devam etti. Neredeyse bütün külliyatı okudum diyebilirim. Yol Ayrımı, Bir
Mülkiyet Kalesi, Bozkırdaki Çekirdek ve diğer pek çok kitabı etkiledi beni.
Aynı şekilde Attila İlhan
da mahalle dışından olsa da okuduğumuz yazarlardandı. Onun Hangi Batı ve
Hangi Atatürk kitapları, sanki bizim duygularımıza tercüman oluyordu.
Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin
Düzeni kitabı da bize ilginç geldi. Çünkü biz bu düzene, yerleşik
ideolojiye karşı olan ya da onları eleştiren tüm eserlere sempatiyle
yaklaşıyorduk.
Bir ara yine bizim
camiada çokça yankı bulan Fikret Başkaya’nın Paradigmanın İflası-Resmî
İdeolojinin Eleştirisine Giriş adlı kitabı da böyleydi. Adı üstünde resmî
ideoloji eleştiriliyordu hem de mahalle dışından birisi tarafından. Daha ne
olsun!
Şevket Süreyya Aydemir’in
Suyu Arayan Adam’ı severek okuduğum kitaplardan.
Mustafa Akdağ’ın Türk
Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Türkiye’nin İktisadi ve İctimai Tarihi
yine SBF’de okuduğum kitaplardandı.
Hocam bunların her
birinden bir şeyler öğrendim, her biri bende izler bıraktı. Vazgeçilebilir mi?
Bu arada Cemil Meriç’e
ayrı bir sayfa açmak gerekir. Cemil Meriç’i ilk tanımam Kayseri’de olmuşsa da
esas okumalarım Ankara’ya geldikten sonra oldu. Bu Ülke ile başlayıp, Mağaradakiler,
Umrandan Uygarlığa, Işık Doğudan Gelir, Kültürden İrfana, Kırk Ambar ve
nihayet Jurnaller. Mağaradakiler çok etkiledi beni. Platon’un
mağara metaforundan çok etkilendim. Zira kendi hayatımda da pek çok kez yaşadım
bu durumu: Sırtım kapıya dönük, duvara yansıyan gölgeleri hakikat zannettim.
Hakikat sandıklarımın bir süre sonra hakikat olmadıklarını gördüm. O nedenle Mağaradakiler’deki
Horatius’un “Quid rides? De te fabula
narratur Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen” sözü tam beni anlatıyormuş gibi geldi. Jurnaller’deki Cemil Meriç’i çok
içten buldum. Keşke Dücane’yi (Cündioğlu) okumasaydım. (Bir Mabed İşçisi,
Bir Mabed Bekçisi), çünkü zihnimdeki Cemil Meriç’ten başka biri vardı
orada. Mehmet Akif için de aynı duyguyu yaşattı bana maalesef: Bir Kur’an
Şâiri: Mehmed Âkif ve Kur’an Meâli.
Tabii ki Tanpınar’a da
ayrı ama geniş bir sayfa açmam gerekecek. Huzur, Saatleri Ayarlama
Enstitüsü, Mahur Beste, Abdullah Efendi’nin Rüyaları vs. roman ve
hikayeleri bu yazının konusunu aşıyor ama en azından Beş Şehir, Yaşadığım
Gibi ve Yahya Kemal‘i zikretmeliyim.
Hocam sizi üzmek istemem,
ama bunlardan vazgeçmem zor, gerçekten zor.
SBF’ye girişten kısa bir
süre sonra İran’da halk hareketleri başladı ve 1979’da İran İslam Devrimi
meydana geldi. Başlangıcından itibaren olayları yakından izliyoruz,
heyecanlanıyoruz. Hareketi, arka planını, İran Tarihini, ulemanın konumunu
öğrenmek için sürekli olarak okuyorum. Sadece okumuyorum aynı zamanda devrimle
ilgili olarak yazılar da yazıyorum.
Bu kapsamda Ali Şeriati,
Mutahhari, Humeyni, Talegani, Şeriatmedari, hülasa önde gelen tüm şahsiyetleri
anlamaya ve mümkünse anlatmaya çalışıyorum. Doğal olarak Ali Şeriati bizi çok
etkiliyor. Onun Sima-yı Muhammed adlı eserini heyecanla Türkçeye
çeviriyorum. Hac’dan etkileniyorum. Baba Anne Biz Hepimiz Suçluyuz
başlıklı kitapçığına hayran kalıyorum. O sıralar yazdığım Fatiha Suresi’ni
muhtemelen bu etkiler altında kaleme alıyorum.
Sonra İranlı Ali Seyyidi
kardeşimle birlikte Mutahhari’den çeviriler yapıyoruz. Humeyni’nin tüm
konuşmalarını çeviriyorum ve bunlar çeşitli dergilerde (Şura, Tevhid, Hicret
vb.) yayınlanıyor.
Şimdi hocam hangisinden
vazgeçeyim bunların?
80 sonrasında iş hayatına
atılmakla birlikte, okumalar yine devam ediyor.
84’te askere gidiyorum.
Orada değerli kardeşim, 2017 yılında kaybettiğimiz merhum İbrahim Sarıçam ile
tanışıyoruz ve uzun uzun sohbetlerimiz oluyor. Julius Wellhausen’i ilk ondan
öğreniyorum. Bana onun Arab Devleti ve Sükutu adlı eserini neredeyse
baştan sona büyük bir heyecanla anlatıyor. O tanışıklık sonrası okumalarımın
yönünde de değişmeler oluyor. Merhumun daha sonraları kaleme aldığı Emevi-Haşimi
İlişkileri, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı adlı eserlerini özellikle
zikretmek isterim.
Fazlur Rahman’ı keşfetmem
herhalde 80’lerin ortasını buluyor. İlk olarak İslam kitabını okuyorum,
çok etkileniyorum ama çok da hayıflanıyorum, neden daha önce fark etmedim diye
kendime kızıyorum. 70’lerin başında Mevdudi’leri okuduk ama, Fazlur Rahman ile
Mevdudi’lerin kavgaları hakkında bilgimiz yoktu. Hocanın hikayesinde olduğu
gibi ilk davacıyı dinleyip haklısın demiştik. Davalıdan yıllar sonra haberimiz
oldu. Okuyunca ona da haklısın dedik. Oysa arka planda ne tartışmalar olmuş, çok
geç muttali olduk.
Fazlur Rahman’ın İslam
adlı eserinin yanında Ana Konularıyla Kur’an kitabı da mutlaka
zikredilmesi gereken önemli çalışmalardan birisiydi. Onun İslam ve Çağdaşlık
ve öğrencisi Bekir Demirkol tarafından çevrilen diğer kitapları da okunmaya
değer, ancak 1997 yılında İBB tarafından düzenlenen Fazlurrahman
sempozyumuna ilişkin tebliğleri içeren "İslam ve Modernizm:
Fazlurrahman Tecrübesi" kanaatimce onu anlamak açısından son derece
yararlı bir eser.
Daha sonraları Hasan
Hanefi ve Muhammed Arkoun’dan çeviriler yaygınlaştı. Tartışma çeşitlendi.
Farklı Kur’an okumaları, farklı İslam yorumları gündeme geldi. “Kur’an açık,
anlaşılır bir kitaptır”dan, Kur’an’ı anlamanın hiç de kolay olmadığı
anlayışına geldik.
Kalem Dergisi’ni çıkarmaya başladığımız 88’lerde eski
yoğunlukta olmasa da Kur’an bağlantılı okumalarımız devam ediyor.
Başlarda belirttiğim
üzere merhum Mahmut abinin (Kanık) üzerimde çok hakkı var. Beni İmam Hatip
Okulu’na yazdıran ve orada bana yıllarca rehberlik eden, hakkını ödeyemeyeceğim,
derviş ruhlu, güzel bir insandı. Halamın oğluydu aynı zamanda. Erzurum’da
Fransız filolojisini okuduktan sonra Bursa’ya yerleşti ve çalışmalarını oradan
yürüttü. Etrafında bir sevgi halesi oluşturdu. Güzel işler yaptı. Pek çok eseri
daha çok Fransızca’dan, kısmen de Arapça’dan Türkçeye çevirdi. Üstad Necip
Fazıl’ın ve Sezai Karakoç’un bazı eserlerini de Fransızca’ya çevirdi.
Onun İbn Hazm’dan
çevirdiği Güvercin Gerdanlığı, René Guenon’dan çevirdiği Modern
Dünyanın Bunalımı, Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri, İslam Maneviyatı ve Taoculuğa Toplubakış, Frithjof Schuon’dan çevirdiği İslam’ın
Metafizik Boyutları ve İbn A’rabi’den yaptığı çeviriler ve daha niceleri,
son derece önemli ve nitelikli çalışmalardı.
Ne yazık ki ben hiçbir
tercümemi ona takdim etmedim, edemedim daha doğrusu, etmeye cesaret edemedim.
Çünkü o İbn A’rabi’nin dünyasında mutlu idi. Benimkiler muhtemelen onu rahatsız
edecekti. Bunu adım gibi biliyordum. Onu o huzurlu dünyasında rahatsız etmek
istemedim. O da hiç söz etmedi benim çevirilerden. Belki de haberi yoktu, ama o
bütün çevirilerini bana verdi, yapmakta olduğu çalışmalardan heyecanla
bahsetti. Ben onun çevirilerini hep zevkle ve büyük bir hayranlıkla okudum. İnandığı
gibi yaşayan samimi bir insandı. Ömrü boyunca özellikle Sezai Karakoç’a bağlı
kaldı.
Şimdi hocam, üzerimde bu
kadar hakkı olan bir insanın bu güzel çalışmalarından nasıl vazgeçebilirim?
Sonra hocam Türkçeye
çevireceğim diye gecelerimi gündüzlerimi verdiğim, her satırında göz nuru
bulunan, kılı kırk yararcasına emek verdiğim kitaplara ne demeliyim? Onları
zikretmezsem bana intizar etmezler mi?
Mazharuddin Sıddıki’den Kur’an’da
Tarih Kavramı 1982 yılında yayımlandı. Pınar’dan. Epeyce bir baskı yaptı.
Muhtemelen bir ihtiyacı da karşıladı. Uzun zamandan beri metni bir daha gözden
geçirmeyi çok istiyordum ama kitabın aslını bulamamıştım. Nihayet geçtiğimiz
senelerde pdf’ini buldum çok şükür. Metni yeniden gözden geçirdim ve yeni bir
çevirisini yaptım.
Watt’ın Kur’an’a Giriş
kitabını 1993 yılında Londra’da bir kitapçıda buldum. Kitap çok ilgimi çekti.
Keşke 76’lardan sonra yaptığımız Kur’an çalışmaları sırasında elimizde olsaydı
diye düşünmekten kendimi alamadım. Her işte bir hayır vardır diyelim.
Watt’ın Hz. Peygamber’in
hayatına ilişkin olarak 1953 yılında yayınladığı Hz. Muhammed Mekke’de
adlı eseri daha önce tercüme edilmiş, ancak 1956 yılında yayınladığı Hz.
Muhammed Medine'de adlı eseri ise her nasılsa bugüne kadar tercüme
edilmemişti. Ben ise uzun yıllar boyu, ilk fırsatta bu kitabı tercüme etmeyi
arzu ediyordum. Nihayet o fırsatı 2014-15 yıllarında yakaladım çok şükür. Hem
de her iki kitap tercüme edilmiş oldu.
Hamidullah’ın İslam
Peygamberi adlı eseri nasıl ki son yüzyılda Müslümanlarca yazılan en önemli
siret kitaplarının başında geliyorsa, Watt’ın bu kitapları da kanaatimce
gayrimüslimlerce yazılan en önemli siret kitaplarındandır. Watt’ın daha
sonraları yazdığı ve Mehmet Akif Ersin kardeşim tarafından tercüme edilen Hz.
Muhammed’in Mekke’sini de bunlara dahil etmek gerekir. Hamidullah merhum
İslam Peygamberini 1956’dan sonra kaleme almış ve Watt’ın iki kitabına da
Bibliyografyasında yer vermiştir. Watt da Hamidullah’ın Hz. Peygamberin
Savaşları adlı çalışmasından sitayişle bahsetmektedir.
Kur’an’ın bölük pörçük,
birbirinden kopuk, birbiriyle alakasız ve rastgele parçalardan oluştuğunu
savunan 19 ve 20. asrın kimi müsteşriklerine karşı, Neal Robinson, Kur’an’ı
Keşfetmek adlı eserinde aslında onun son derece insicamlı bir kitap
olduğunu savunuyor, Kur’an’daki ses ve mana ahengine dikkat çekiyor, bu
konularda yeni çalışmaların yapılması ihtiyacını vurguluyor.
Hocam söyleyin şimdi,
bunların hangisinden vazgeçeyim? Kitaplar, yazarları, o geceler ve gündüzler,
sözlükler davacı olmazlar mı?
Bilirim iyi niyetlisiniz,
hoşsunuz hocam, ama yine türkünün diliyle söyleyeyim isterseniz, hem de Neşet’ten,
belki meramımı daha iyi anlatırım.
Sallama saçların sen de bulursun
Azrail misali canım alırsın
Etme bu cefayı kanlım olursun
O yar senin kulun değil mi?
Söz türküye gelmişken
türkü üzerine de birkaç kitaptan bahsetmek gerekmez mi? Türkü deyince de Bayram
abiyi (Tokel) anmamak olmaz. Neşet Ertaş üzerine yazılmış ilk ve en önemli
eserlerden birisi kanaatimce Bayram Bilge Tokel’e aittir: Neşet Ertaş Kitabı.
Kitabı büyük bir heyecanla okudum ve Kırşehirli olmam ve kaynağa yakın olmanın verdiği cesaretle kendimce öneri ve görüşlerimi yazdım bir kenara, kendisine nasıl ulaştırabilirim diye düşünürken bir gün onu televizyonda
canlı yayında gördüm ve heyecanla notlarımı faksladım. Sanırım önerilerimin çoğunu dikkate aldı sağ olsun. Sonra bana müziğe dair denemelerini içeren
kitabını imzalayıp gönderdi: Bağımıza Gazel Düştü. Son dönemde yazdığı Sarayın
Sesi Halkın Nefesi adlı çalışması ise müziğimize ilgi duyanlarca mutlaka
okunması gerekenler arasındadır bence.
Yazdıklarım tabii ki ilk
gençlik yıllarım ve biraz da devamındaki yıllarda, yani esas olarak
kişiliğimizin oluşumunda etkili olanlar. Son dönemler, özellikle son 25-30 yıldaki
okumalar çok farklı, çok çeşitli. Oraya şimdilik girmeyelim derim. Çünkü orası
ayrı bir derya. Çok çeşitli, çok renkli, çok kafa karıştırıcı.
Biliyorum o dönemlere
ilişkin şu anda aklıma gelmeyen, aklıma geldiğinde de adını anmadığım için çok
çok üzüleceğim, çok mahcup olacağım kitaplar, yazarlar mutlaka olacaktır.
Hepsinden peşinen özür dilerim.
Hocam bütün bunlardan
sonra beni anlayacağınıza eminim. Hatırınız için üç tane yazacağım, ama biliniz ki,
geride küstürdüğümüz, bize intizar eden nice güzel kitaplar var.
Ha bu arada, hocam otuz
iki meyvenin en tatlısı hangisiymiş çözdünüz mü?
Bizim neslin hikayesini kitap üzerinden Ne güzel yazmışsın, eline, zihnine sağlık.
YanıtlaSilApayrı bir dünyada başlayıp 80 sonrası tam ortasında buluştuğum bir kısmını birlikte yürüdüğüm, kendisinden çok şey öğrendiğim güzel bir yolculuk hikayesi. Ve hikaye paralel evrenlerde devam ediyor. Hikayenin kendi güzel serencamında devam etmesi dileğiyle elinize gönlünüze sağlık. Ramazan Yelken.
YanıtlaSilSevgili kardeşim bu bizim neslin, hepimizin hikayesi. Birlikte yazdığımız bir hikaye. Tabii ki hikaye burada bitmiyor, devam ediyor, devam edecek. Selam ve sevgilerimle, sk.
SilHemen okudum, hızlı bir su içimi gibi oldu. Sonrasını da heyecenle bekliyorum ama nefes alarak; nefes nefese değil. Hadi kolay gelsin.
YanıtlaSilKıymetli hocam
YanıtlaSilÇok değerli ve haydi hayırlı uzun olsa da bir solukta okunan
yazının ben de bıraktığı düşünce
Geçmişi bugün yaşamak, geçmişten kopmayarak hala bugün ayakta durmaya çalışmak,
geçmişin gücüyle yarına bir şeyler bırakmak
Teşekkür ederim değerlendirmeleriniz için hocam.
SilDeğerli Süleyman Kaynak Kardeşim
YanıtlaSilİsmim Serdar ve New York’ta yaşıyorum
Biraz önce chat GPT ye ingilizce olarak “ Âsâf'ın Mikdârını Bilmez Süleyman Olmayan” dizelerinin ne anlama geldiğini sordum. Maksadım chat GPT nin dilleri ayırdetmekte ne kadar mahir olduğunu kontrol etmekti. Bana bunun osmanlıca bir şiirden dizeler olduğunu aynı zamanda da bir atasözü olarak kullanıldığını belirtti. Yazarını sordum Ziya Paşa olduğunu söyledi ve kaynak olarak sizin web sitesini gösterdi. Ben de nasıl bir site olduğunu merak edip ilk defa sitenize girdim. Yukarıdaki yazınızı okudum hem beğendim hem duygulandım.en kısa zamanda diğer yazılarınızı da okuyacağım.