26 Şubat, 2018

Richard Bell'i Yeniden Okumak




Richard Bell’in “The Origin of Islam in its Christian Environment” adlı eseri Batılı müsteşriklerce yapılan çalışmaların en önemlilerinden birisi. Fazlur Rahman, “bu kitaptaki pek çok tezin sorgulanabileceğini ancak ilmi bir çalışma olduğunun kabul edilmesi gerektiğini” belirtmektedir.[1]

Kitap 1926 yılında yayınlanmış ve Bell’in 1925 yılında Gunning Vakfı’nda verdiği derslerin kitap haline getirilmesi suretiyle oluşturulmuş.

Bell kitabında İslam’ın Hrıstiyanlıkla ilişkisini ortaya koymaya çalışıyor.

Bell’e göre 7. yüzyıldaki Hristiyanlık “dejenere bir dindi.” İslam’ın zaferi bu “dejenere Hristiyanlık” karşısında vuku bulmuştu.

Kitabın ilk bölümü “Doğu Kilisesi ve Arabistan’ın Çevresindeki Hristiyani Ortam” başlığını taşıyor.

Bu yazıda, kitabın 1. Bölümünde ele alınan hususları aktarmaya ve yeri geldikçe de onlarla ilgili değerlendirmelerimi [köşeli parantez içinde] sunmaya çalışacağım.


Kilise’nin dejenerasyonu 4. asırdan itibaren başlamıştı. Bu dejenerasyonun tohumları aslında daha önce de mevcuttu ama, zulüm ve baskı altında bu tohumların yeşermesi mümkün değildi. Roma İmparatoru Konstantin’in tahta geçmesiyle birlikte Kilise’nin özgürleşmesi, bu tohumların hızla gelişmesine zemin hazırladı. Kilise ile Devlet’in ittifakı Hristiyanlık açısından önemli bir olaydı. Dejenerasyonun tek sebebi belki bu ittifak değildi. Bu ittifak olmasaydı da dejenerasyon bir şekilde ortaya çıkabilirdi. Ancak Kilise Devlet ittifakı o kadar ileri gitti ki, rahipler, papazlar bir bakıma devlet memuru oldular. Dolayısıyla Kilise de Roma İmparatorluğu’nun bir parçası haline geldi.

Hıristiyan olan ve Hıristiyanlığı devlet himayesine alan ilk Roma imparatoru Konstantin'dir (Filavius Valerius Aurelius Constantinus). 306'da imparator ilan edilen Konstantin, 313 yılında yayımladığı Milan fermanı ile topraklarında yaşayan Hristiyanlara hürriyet verdi.

Bell'e göre dinin nasıl bir şey olduğu konusunda bu olgu önemliydi, zira Hz. Muhammed’in düşüncelerinin oluşumunda bu olgu önemli bir rol oynamıştı. Bugün biz İslam’ı sadece bir din olarak değil, aynı zamanda Devlet ile de çok yakından ilgili, politik bir olgu olarak görüyoruz. Çünkü Hz. Muhammed’in Hristiyanlıkta gördüğü şey buydu. Yani Devletle iç içe geçmiş bir din.

[Bell’in bu iddiasını bu şekilde kabul etmek mümkün değildir. İslam’ın insan hayatının her alanını kapsadığı, dolayısıyla siyaset, siyaset dışı ayırımı yapmadığı doğrudur. Ancak bunu Hristiyanlığın o gün içinde bulunduğu durumdan, devletle kilise arasındaki o gün mevcut olan ilişkiden aldığını söylemek oldukça ileri bir değerlendirme olur. Bell de bu kadar açık bir şey söylemiyor, ancak o günkü modelin onun devlet-din ilişkisini etkilemiş olabileceğine vurgu yapıyor.]

Kilise 4. yüzyıldan beri doktrin tartışmalarına boğulmuştu. Rahip Arius[2] ile İskenderiyeli Athanasius arasındaki teolojik tartışmalar (Arian tartışmaları) 45 yıl sürmüştü. 

Konstantin iktidara geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri İznik konsilini toplamak oldu. Amacı bu tartışmaları yatıştırmak ve Kilise’nin birliğini sağlamaktı.

Nihayetinde Athanasius’un güçlü kişiliğinin etkisiyle tartışma son buldu ve “Varlıkta birlik” [Homoousion] anlayışı ortaya konuldu.[3] Böylelikle Kilise bir anlamda felsefeyle evlilik yapmıştı. Yani ilahi sevgi, doğmatik bir sisteme dönüştürülmüş, gönülden ziyade akla hitap eden bir anlayış ortaya çıkmıştı.

İznik konsili tartışmaları bitirmedi tabii ki. Doğu Kilisesi bu tartışmalar içinde kendini kaybetti. Aslında bu tartışmalara boğulduğu için dini hassasiyetini, ahlaki enerjisini kaybetmişti. Kilise entelektüel olarak güçlü olsa da ahlaki ve dini açıdan zayıftı.

[Bence Bell’in bu tespiti oldukça önemli. Belki de Hristiyanlığın içine düştüğü bu durum, dini hassasiyetini ve ahlaki enerjisini kaybetmiş olması yeni bir dinin ortaya çıkmasının zaruretini de göstermekteydi.]

Kilisenin bu zafiyetini sadece Yunan felsefesine bağlamak doğru olmaz. Entelektüel aktivite tek başına bir kusur olamaz. Ancak Kilisenin entelektüel hayatı o dönemde ikiz güç tarafından (yani gelenek ve fanatizm tarafından) sınırlandırılmıştı. Düşüncenin yerini doğma almıştı.

Hakikat diye inandıkları şeye sahip oldukları için gurur duyan o dönemin Hristiyanları Hakikatin Gücüne olan inançlarında kendilerini kaybetmişler, sıradan insanlara karşı sevgilerini kaybetmişlerdi. Muhalif düşünceye karşı acımasızlık, Hristiyanın Hristiyana karşı zulmüne yol açmıştı. Bu bir zamanlar paganların kendilerine reva gördüğü zulümlerden daha acıydı.

[Bell’in sözünü ettiği her iki olgu da maalesef İslam toplumları tarafından yaşanmış ve halen de yaşanmaktadır. Medine’de Kur’an’ın ortaya koyduğu ‘saf İslam’ın daha sonraları, nasıl girift entelektüel sorunlar yumağı haline dönüştürüldüğü, hayattan kopuk teorik tartışmaların içinde boğulduğu hepimizin malumudur.

Yine devletle bütünleşen bir dinin sıradan insana karşı sevgisini kaybetmesi de İslam toplumlarının yabancı olmadıkları bir durum.

Muhalif düşünceye acımasızlık ve özellikle Müslümanın diğer Müslümana karşı düşmanlığı, acımasızlığı bugün İslam dünyasında maalesef acı bir şekilde yaşamakta olduğumuz ve belki de entelektüel açıdan en başta gelen sorunlarımızdan birisidir.]

Tarihçi Louis Duchesne’in deyişiyle, “Doğu Kilisesi tamir edilemez şekilde bölünmüş, Hristiyan İmparatorluğu unutulmuş ve Hz. Muhammed’in askerleri Suriye ve Mısır’ı tepelemişti. Metafizik tartışmaların bedeli buydu.”

Bell şöyle diyor: Dördüncü asırdaki Teslis tartışmaları bizi pek ilgilendirmiyor. İslam’ın doğuşundan çok önce Teslis meselesi halledilmiş ve başka konular tartışılmaya başlanmıştı. Ancak Hz. Muhammed bu doktrini yanlış anlamış ve onu üç tanrılı bir doktrin sanmıştı. Ne var ki Hz. Muhammed risaletinin sonlarında, yani Hristiyanlığa karşı tavrı şekillendikten sonra Hristiyanlıkla temasa geçmişti.

[Bu tartışmanın Hristiyan dünyasında güncelliğini yitirmiş olması başka bir şey, Hz. Muhammed’in muhatap olduğu Hristiyan kişi veya cemaatlerin bu görüşleri serdetmiş olmaları ise ayrı bir şeydir. Eğer böyle bir tartışma olmasaydı İslam’ın bunları gündeme getirmiş olması düşünülemezdi.]

Bu Teslis tartışmalarının en önemli sonucu Hristiyanlık düşüncesinin güney Arabistan’a ve belki de Habeşistan’a kadar ulaşmış olmasıdır.

Bell’e göre, daha sonraları Kiliseyi meşgul eden diğer mesele, yani İsa’nın şahsiyetinin niteliği konusundaki tartışma bizi daha yakından ilgilendirmektedir. Genel olarak şu söylenebilir. Teologların İsa’nın şahsiyeti hakkındaki görüşlerini uzlaştırmak mümkün değildi. Belki bir Athanasius daha çıkmış olsaydı insanlar farklı dil kullanmalarına rağmen aslında aynı şeyi söylediklerinin farkına varmış olacaklardı. Beşinci ve altınca asırlarda böyle biri çıkmadı. 

Merkezi Antakya olan Doğu ekolü, Kutsal Kitab’ın tefsirine ağırlık veriyordu, günümüzde İsa’nın insan olarak önemine nasıl vurgu yapılıyorsa, Antakya ekolü de ısrarla İsa Mesih’teki insani gerçeklik üzerinde duruyordu. Onun ilahiliğini öne çıkarma niyeti yoktu. Onlara göre ilahilik ve insaniyet birbirinden farklı ‘tabiat’lar [phuseis] olup, her ikisi de gerçekti ve İsa Mesih’e bağlı hususiyetlerdi. Tartışma ilerledikçe İsa’nın bir insan olarak var olduğu görüşü ağırlık kazanmaktaydı. En azından Doğu Hristiyanlarından bazılarının buna vurgu yaptıklarına dair göstergeler mevcuttur.

Felsefeyle ilgilenen İskenderiye ekolü ise insaniyet ve ilahiyet hususiyetlerinin birleştiği Tecessüm düşüncesi üzerine vurgu yapıyordu. Onların sloganı şöyleydi: “Tanrı/Kelime’de bir tek tabiat [phusis] tecessüm etmektedir.” Dikkat edilirse her iki ekol de “tabiat” [phusis] kelimesini kullanıyor, ancak kelimeye farklı anlamlar yüklüyorlardı. Antakyalılar için “tabiat” soyut bir nitelik veya nitelikler bütünüydü. İskenderiyeliler ise daha somut bir şahsiyet tasavvur ediyorlardı.

Nihayetinde bir parça popüler nitelikli bazı ibarelerin kullanılmaya başlanmasıyla tartışma alevlendi. İlahi Kelimeye uygun olan sıfatlar fütursuzca İsa’nın insani yönü için kullanılmaya başlandı. Dindar insanlar arasında bu anlayış “İsa Tanrıdır” şeklinde bir vurguya dönüştü, bu anlayış özellikle Mısır’daki ve Suriye çöllerindeki keşişler arasında yaygınlaştı. Bu çevreler arasında Bakire Meryem ile ilgili olarak theotokos (Tanrı’nın Annesi) kelimesi yaygınlaştı. İskenderiyeliler için bu mümkün ve hatta tabii bir şeydi. Ancak Doğulular bu düşünceye saçma diyemeseler de şüpheyle karşılıyorlardı. Onlara göre aslında bu düşünce saçmaydı.

428 yılında Antakyalı bir keşiş olan Nestorius Kostantinopolis [İstanbul] Patriği olarak atandı. Nestorius sapık akımlara karşı bir tutum sergiliyordu. Ama çok geçmeden kendisi sapkınlıkla suçlandı. Beraberinde Doğulu din adamlarından bazılarını da getirmişti. Onlardan birisi theotokos terimine karşı bayrak açmıştı. Protestolar yükselmeye başladı; Nestorius bu din adamına sahip çıktı. Nestorius’a karşı kıskançlık besleyen İskenderiye Patriği Cyrill meseleye müdahil oldu. 431 yılında Efes’te bir konsilin toplanmasına karar verildi. Suriyeli rahipler toplantıya yetişemediler, Cyrill ise, Mısırlı din adamlarının desteğinde ve Kostantinopolis’in otoritesini kıskanan Küçük Asyalı rahiplerle birlikte, Suriyeliler olmaksızın konsili topladı. Nestorius toplantıya katılmayı reddetti. Sonradan vasıl olan Suriyeliler ise Nestorius ile ayrı bir konsil topladılar ve Cyrill’i suçladılar. Ancak Cyrill zaferi kazanmıştı. Nestorius görevden alınmıştı. Cyrill İskenderiye’ye kaçtı ve güvende kaldı. Birkaç yıl içinde bir uzlaşma meydana geldi. Cyrill bazı tavizler verdi ve doktriniyle ilgili olarak Suriyelilerin kabul edeceği bazı izahlar getirdi. Buna karşılık Nestorius’un aforoz edilmesine razı olacaklardı. Nestorius’un bundan sonraki hayatı oradan oraya sürgün olarak acılar içinde geçti. Uzlaşmayı kabul etmeyen taraftarları Suriye’den sürgün edildiler ve daha doğudaki bir Kilisede öğretilerini aktarma imkânı buldular. Doğu Hristiyanlığı hala Misisli Theodore’dan öğrendiği Suriye tarzı düşünceyi muhafaza etmekteydi. “Tek tabiat” doktrininden uzaklaşmışlardı. Antakya düşüncesinin etkisi altında olan ve merkezi Urfa ve Nizip’te bulunan Kilise ise Nesturi olmuştu. Daha sonra Nesturiler Urfa’dan sürgün edilince Pers İmparatorluğuna sığındılar. Dolayısıyla, Fırat vadisi ve daha doğusundaki Kilise, sadece farklı siyasi ittifak dolayısıyla değil, aynı zamanda akide farklılığı sebebiyle de İmparatorluk Kilisesi’nden kopmuştu.

Kilisede sular durulmadı. Cyrill’den sonra İskenderiye Patriği olan Dioscuros Nesturiliğe karşı çirkin bir mücadele başlattı. “Tek tabiat” doktrini ise Cyrill’in takipçilerini dahi etkileyecek derecede yaygınlaştı. 451 yılında Kalkedon’da toplanan konsil, tartışmaları yatıştırmak yerine yangını daha da alevlendirdi. Nestorius lanetlenirken, iki tabiat doktrini tanındı ve kararlarında bu terimi açıkça kullandılar. Bir olan Rab İsa Mesih’in “iki tabiatlı” olduğu ilan edildi. Bu arada Filistin’de de sorunlar ortaya çıktı, zira oradaki keşişler ve ahali “tek tabiat” anlayışına sıkı sıkıya bağlanmıştı. Tüm baskılara rağmen Kudüs ve Mısır ahalisi Monofizit anlayışa büyük sempati besledi ve Monofizitler her şeye rağmen varlıklarını muhafaza ettiler ve zamanla Mısır’da kendileri için ayrı bir Kilise oluşturdular. Yerli halk olan Kıptilerden pek çok kişiyi de yanlarına çektiler. Resmi Kilise (Melikiler) ise resmi sınıfla sınırlı kaldı.

Doğu, Kıpti, Süryani Monofizit veya Yakubi ve hatta Ermeni Kilisesi şeklinde farklı kiliselerin oluşumu aslında sözkonusu Kalkedon formülünün yerleştirilmeye çalışılması ve “tek tabiat”, “iki tabiat” ibareleri etrafında büyüyen partizanlığın sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu ihtilafı ortadan kaldırmak için pek çok girişim oldu. İslam Hristiyan dünyasının kapısına dayandığında son bir girişim yapılarak İradede Mesih’in birliği (Monothelite anlayışı) ile bu ihtilaf aşılmak istendi. Ancak çok geç kalınmıştı, taraflar birbirlerine karşı o kadar acımasız hale gelmişlerdi ki, yapılan bu teklif de acımasızlık duygularını ve karmaşayı daha da artırdı. Birbirinden farklı bu Monofizit Kiliselerin oluşumunda sadece entelektüel ihtilaflar ve doktrin farklılıkları etkili değildi. Bu ayrılıkların gerisinde muhtemelen milliyetçilik duygusu da vardı. Bağımsızlık duygusu ve insanların karakteri de kendini din olarak ortaya koyuyordu. Bunlar bastırılmaya çalışılınca da muhalefet daha da sertleşiyordu.

Şurası bir gerçektir ki İslam geldiğinde hem Suriye’de hem de Mısır’da bölünmüş bir Kilise ile karşılaştı. Hristiyanlar ortak düşmana karşı birleşmekten ziyade, sapık diye kabul ettikleri diğer Hristiyanlara karşı zafer kazanmayı daha fazla önemsiyorlardı.

Yunan anlayışı ve dogmatizmiyle iç içe geçmiş bir Hristiyanlık Arabistan’ı ele geçirmeyi başaramadığı gibi, Arabistan’dan gelen yeni dine karşı hem Kilise’nin hem de İmparatorluğun direnç gücünü ortadan kaldırmıştı. Ancak İslam karşısındaki bu başarısızlığın suçunu sapık düşüncelere kapıldığına inanılan Doğu Kilisesine bağlamak doğru olmaz. İmparatorluk Kilisesi en az onun kadar hatta başlıca sorumlusudur bu sonucun.

Bozulmuş bir Hristiyanlığın gurur ve sevgisizliği yüzünden İslam’ın Doğu’nun münbit topraklarını kolaylıkla ele geçirmesinin mümkün olduğu ve bu sebeple İslam bir bakıma düşman bir güç olarak görülse de bir başka açıdan o aynı zamanda Hristiyanlığın bir meyvesi olarak görülebilir. Zira İslam’ın ortaya çıkışı, çoğu Yahudilik ve Hristiyanlıkta ortak olan büyük dini düşüncelerin filizlenmesinin bir işaretidir. Dünyanın üç büyük tek tanrılı (monotheistic) dininin Semitic (Sami) kaynaklı olması ve her üçünün de Arabistan yarım adasının civarında ortaya çıkması şayanı dikkattir. Bazıları bunu çölün monotonluğuna bağlamaktadırlar. Onlara göre çölün tekdüzeliği insanın ve dünyanın tek bir ilahi güce tabi olma düşüncesine yol açmaktadır. Ama aynı şey denizler, stepler, dağlar ve ovalar için de söylenebilir. Dünyanın büyük dinlerinin esas kaynağı tarihte, insan ruhunun olayların akışına, bir başka deyişle insan ırkının ilahi terbiyeye verdiği tepkide yatmaktadır.  Bu üç büyük inanç (Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam) tarihen birbiriyle irtibatlıdır. Bu üçünün kökü tarihin İsrailoğulları arasından ortaya çıkardığı peygamberi dürtüdedir.

[Bell’in buradaki tespitleri önemlidir. Gerçekten içten içe çürümüş, Kilise içi anlamsız tartışmalara boğulmuş, en yakın kardeşine karşı zafer kazanmayı, onu alt etmeyi, onu ve onun düşüncesini yok etmeyi daha önemli sayan bir Hristiyanlığın insanlığa verebileceği bir şey yoktu. Dolayısıyla yepyeni bir ruh ve enerjiyle ortaya çıkan İslam karşısında da direnme gücü olamazdı.  Ne var ki, daha sonraki dönemlerde Müslüman toplumlar da aynı tuzaklara düşmüş ve içten içe çürümeye yol açacak tartışmalara boğulmuş, insanlığa verebileceği enerjiyi kaybetmiş, tüm enerjisini içsel tartışmalarda tüketmiştir.]

Hz. Muhammed’den çok önce Arabistan’da Yahudiler vardı. Medine’de çok sayıda Yahudi vardı. Ayrıca, Medine Yahudilerinin çoğunun aslen Yahudi olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu da Yahudiliğin Arapları cezbetme gücüne sahip olduğunu göstermektedir. Hz. Muhammed’in dininin doğum yeri olan Mekke gibi ticari bir toplumda Yahudilerin mevcudiyetine dair deliller garip bir şekilde yetersizdir. Ancak şunu biliyoruz ki Hz. Peygamber ve ashabının Medine’ye hicret etmelerini takiben belli bir süre ve hatta hicretten önce de belli bir süre, Medine Yahudileriyle çok yakın ilişki içinde olmuşlardır.

Bell şöyle diyor: Ben İslam ve Hristiyanlık ilişkini ortaya koymaya çalışırken Yahudiliğin etkisini küçümseme gibi bir niyetim yok. Hristiyanlığın Hz. Muhammed üzerindeki doğrudan etkisi o kadar açık değildir, ancak doğrudan etkisi Yahudilik kadar büyük olmasa da İslam’ın şekillendiği ortamı yaratmadaki etkisinin muhtemelen daha önemli olduğunu ortaya koymaya çalışacağım. Arabistan’daki durumun Hristiyanlıkla ilişkisi incelendiği vakit, yeni dinin doğuşu ve kabul edilmesi açısından Arabistan’ın manevi ortamını hazırlama konusundaki etkisinin çok büyük önem taşıdığı görülecektir.

[Bell’in bu iddiaları ispata muhtaçtır. Farklı kültüre sahip kişi ve toplumların karşılaşması halinde etkilenme mümkün ve doğaldır. Ancak bu etkinin kapsamı, niteliği vb. hususların delillerle desteklenmesi gerekir. Aksi takdirde sadece müphem bir etkiden bahsetmek yeterli olmaz.]

Hristyanlığın Arabistan’a girişi konusunda çok az kesin bilgi mevcuttur. Ahdi Cedit’in Resüllerin İşleri bölümünde Pentecost [Hamsin yortusu] günü Arabistanlıların Kudüs’te hazır bulundukları ve “Tanrı’nın büyük işlerini kendi dillerinde tebliğ eden” Havarileri dinledikleri söylenmektedir.[4] Ancak retorik niteliği sebebiyle bu pasaj üzerine çok şey bina etmek doğru olmaz. Pavlus’un Hristiyanlığı kabulünün hemen ertesinde Arabistan’ı ziyaret etmesinin ve orada uzun bir süre kalmasının sebebi de çok belli değildir. Onun deyişiyle üç yıl, Arabistan’da kaldığı süreye değil, Şam’daki faaliyetleri de dahil olmak üzere, Hristiyanlığa girmesiyle, Kudüs’e gidişi arasındaki süreye işaret etmektedir. Harnack sözkonusu pasajın orada misyonerlik faaliyeti yürüttüğü anlamına geldiğini söylemektedir. Ancak ben böyle bir çıkarımın gerekli olduğu kanaatinde değilim. Bana göre Pavlus, iç dünyasında yaşadığı büyük değişimin ardından bir süreliğine sessizlik ve inzivaya çekilmiş ve yaşadığı tecrübenin ne anlama geldiğini netleştirmeye çalışmış, eski çevresinden uzaklaşmış ve müstakbel hattı hareketini belirlemiştir. Gezisini anlatırken faaliyetlerinden değil, bağımsız bir Hristiyan inancı ortaya koymaya çalıştığından söz etmektedir. “İnsanlara danışmadım, Kudüs’e de gitmedim; aksine Arabistan’a gittim ve tekrar Şam’a döndüm” demektedir.[5]

Hristiyan din kitaplarında Havari Bartholomew (Bersülemavus)’un Hindistan’da vaazlar verdiği rivayet edilmektedir. Hindistan demek Arabistan demekti en azından güney Arabistan demekti. Ancak bu rivayetler oldukça masalsı niteliklere sahip olduğu için tarihi bilgilerin dayanağı olarak kabul edilmesi pek mümkün değildir.

Daha önceki asırlarda Arabistan sınırları içinde Arap Hristiyanların veya Hristiyanlığın izlerini bulmak kolay değil. Mesele şöyle özetlenebilir: Kilise Araplar arasında hiçbir zaman gerçek anlamda bağımsız bir yer edinememiştir. Harnack’ın Hz. Muhammed dönemine kadar ilk üç asırla ilgili olarak söyledikleri genel olarak doğrudur: “Kiliseler, Arap, Rum ve Romalı ahalinin karışık olarak yaşadığı, daha yüksek bir kültürün mevcut olduğu bölgelerde bulunuyordu.”[6] Pere Cheikho Hz. Muhammed dönemi öncesinde Arabistan’ın tamamının Hristiyan olduğunu ortaya koymaya kalkıştı ve İslam öncesi dönem şairlerin şiirlerinden ve Hristiyan ve Müslüman tarihçilerin ifadelerinden epeyce delil toplayarak, pek çok kabilenin Hristiyanlaştırıldığını ortaya koymaya çalıştı. Konuyla ilgili olarak epeyce ilginç malzemeyi ortaya koymada başarılı oldu. Ancak, Hristiyanlığın Arap Yarımadasında yaşayanlara derinden nüfuz ettiğini ortaya koymak için bunlar yeterli olmayacaktır.  Harnack’ın “Hz. Muhammed öncesinde Kitabı Mukaddes’in Arapçaya tercüme edilmediği ve dolayısıyla bunun ilk asırlarda Hristiyanlığın Araplar arasında yer edinemediği konusunda güçlü bir kanıt olduğu” şeklindeki ifadesi yeterince açıklayıcıdır. Doğu Hristiyanlığının dili Aramicedir (ya da Süryanicedir) ve Hristiyan Kilisesinin ayinler sırasında Arapçayı kullandıklarına dair bir delil bulunmamaktadır. Hz. Muhammed’in kendi halkının Peygamberi olmak ve onlara kendi dillerinde bir Kutsal Kitap sunmak şeklindeki misyonu da bu anlayışın teyidinden ibarettir.  Biz yerli bir Arap Kilisesi veya Arap kabileleri üzerindeki derin Hristiyan etkisinin varlığını değil, Arabistan’ın civarındaki Hristiyan Kiliselerinin Yarımada sakinleri üzerinde icra ettiği etki ve cazibeyi ortaya koymaya çalışacağız. Bu Kiliseler yoluyla epeyce bir Hristiyanlık bilgisi Arabistan’a yayılmış olmalıdır.

Arabistan üzerindeki Hristiyanlık etkisi esas olarak üç merkezden kaynaklanmıştır: Kuzey batıda Suriye, Kuzey doğuda Mezopotamya ve batıda ise Habeşistan. Habeşistan etkisini doğrudan Kızıl Deniz üzerinden yapmış olabileceği gibi ileride göreceğimiz üzere, bir süre için Habeşistan hanedanlığına tabi olan Yemen yoluyla da etki etmiş olabilir.

            SURİYE

Bizim bu çalışmamız açısından en önemlisi Suriye’deki (Filistin dahil) Kilisedir. Bu bölge çok erken dönemlerden beri Hristiyanlığın ana merkezlerinden biri olagelmiştir. Kilise Kudüs, Şam ve Antakya’da ilk kuruluşundan itibaren, doğuya, Arabistan çöllerinin civarına doğru yayılmıştır. Üçüncü asrın sonundan önce Ürdün’ün ilerisindeki Bostra’da (Bustra) ve Suriye ile Mezopotamya’nın takriben ortasında yer alan Palmyra’da piskoposlukların olduğunu anlıyoruz. Suriye’deki Roma İmparatorluğunun sınırları içerisinde, dördüncü, beşinci ve altıncı asırlar boyunca Hristiyanlığın oldukça yaygınlaştığını ve Roma gücünün himayesinde yaşayan kısmen yerleşik Araplara kadar da ulaştığını tasavvur edebiliriz. Büyük Bizans İmparatorluğunun dininin, sahip olduğu ihtişamla, göçebe kabileleri etkileyeceğini ve cezbedeceğini düşünmek tabiidir. İmparatorluk sınırları içinde çoğunlukla bu kabilelerin yakınları vardı. Dussaud çağlar boyunca göçebelerin yerleşik bölgelere daimî bir akımının olduğunu ortaya koymuştur. [7] Çölde yeşillikler azalınca sürüleriyle birlikte daha verimli topraklara yönelmekte, baharın gelişiyle birlikte ise yeniden çöle dönmekteydiler. Dolayısıyla, yarı-göçebe diyebileceğimiz bir nüfus vardı, bunlar nihayetinde yerleşik tarımsal hayata ve hatta şehir hayatına geçmişlerdir. Suriye halkı büyük ölçüde Arap özelliği taşıyan insanlardı ve çöl ile tarımsal hayatın sınırında yaşayanlar arasında yakın bir ilişki mevcuttu. Dolayısıyla pek çok konsil ve toplantıda hazır bulunan din adamları arasında nadir de olsa yer alan Arap isimli kişiler muhtemelen bu Arap nüfusundan geliyordu. 

Ürdün’ün doğusu, Yukarı Mısır çölleri vb. Hristiyan münzevi ve keşişlerinin mekânı haline gelmişti. Bu bölgedeki Roma İmparatorluğu sınırları boyunca pek çok manastırdan söz edilmektedir. İleride göreceğimiz üzere hücresinde yaşayan keşişler, Arapların dikkatini çeken şeylerden biriydi. Bu münzevilerden bazılarının çöle bile gittiklerini ve oralarda yaşadıklarını tasavvur edebiliriz. Mesela St. Simeon Stylites[8] aslen Arap’tı. Antakya yakınlarında bir yerde inzivaya çekilmiş olmasına rağmen, sütunu üzerindeki bu keşişi görmek için çöl Araplarının akın akın geldikleri ve sütunun tepesinden verdiği vaazları dinlediklerini öğreniyoruz. Bu sütunların tepesinde yaşayan keşişler, ki St. Simeon tek örnek değildir, ilkel bir zihniyete sahip olan çöl halkının ilgisini çekiyordu. O nedenle gelip bu kişileri görüyorlar, sonra da gördükleri ve duyduklarına dair epeyce bir haberle birlikte geri dönüyorlardı. Dolayısıyla Hristiyanlık bilgisi bütün bu yollarla, Suriye’deki yerleşik bölgelerden çölde yaşayanlara devamlı olarak taşınmış oluyordu.

Ne yazık ki, Suriye’deki Kilise ve onun sınırları huzur içinde değildi. Daha önceki Kilise tarafından Arabistan (yani bedevilerin yaşadıkları bölgeler değil, Arabistan’ın Roma hakimiyetindeki bölgeleri) daima bir sapkınlık kaynağı olarak bilinirdi. Bu bölgelerin Yunan ve Sami anlayışlarının birbiriyle temas içinde olduğu hatta bir ölçüde çatışma içinde olduğu yerler olduğunu hatırlayacak olursak buna şaşmamak gerekir. Kilisedeki Sami unsurların Yunan zihninin kurnazlıklarını takip etmesi zordu. İlk dönemlerdeki bu sapıklıkların bazıları, Bostralı Beryll ve Samosatalı Paul (Pavlus) örneğinde olduğu üzere Sami kaynaklıydı. Elkasaitler de bu bölgede ortaya çıkmıştı. Daha sonraları Collyridianizm (Bakire Meryem’e tapanların akımı) gibi başka sapık akımların ortaya çıktığını öğreniyoruz. Bu konudaki bilgilerimiz çok yetersizdir. Eğer bütün bildiklerimiz Epiphanius’un hayal mahsülü değilse.[9] Bu heretic/aykırı akım mensuplarının İmparatorluk tarafından baskıya maruz kalmaları sebebiyle Arabistan’a sığınmış olmaları mümkündür. Dolayısıyla da bunlar İslam’ın ortaya çıktığı zeminin hazırlanmasına yardımcı olmuşlardır.

Süryani Kilisesindeki son bölünme daha önce bahsettiğimiz Kalkedon formülü sebebiyle ortaya çıkmıştır. Sur sinodunun (dini meclis) MS 513 (veya 515)’te bu formüle karşı çıkması Suriye’deki mücadeleyi ortaya çıkartan bir olaydır. Bu karar büyük ölçüde Antakya patriği Severus’un etkisiyle alınmıştır. Severus görevinden alınmıştı. Ancak tüm baskılara rağmen o bölgedeki Hristiyanlar yine de onu Patrik olarak tanımaya devam ettiler.

Takriben MS 530 yıllarında imparator Justinianus’un Monofizitlere baskı uygulamanın bir hata olduğunu anladığı anlaşılmaktadır. İmparatorluğa karşı tehdit doğudan yani İran’dan (Sâsânîlerden) geliyordu. Ama bu tartışmalar İmparatorluğun doğu kesimini zayıflatıyordu. Ancak bir uzlaşma siyaseti de Suriye’de arzulanan etkiyi doğurmamıştı. Justinianus MS 542’de Arabistan sınırındaki bölgeler için iki bağımsız Monofizit rahibin atanmasına rıza göstermişti. Bir anlamda bölünme resmen tanınmış oldu. İlk kez tanınan Monofizit rahipler Jacobus Baradaeus ile Theodore idi. Jacobus özellikle büyük bir organizasyon gücüne sahipti ve bu Monofizit Kilisede öylesine iz bıraktı ki, Kilise onun adıyla (Yakubi/Jacobite) olarak anılmaya başlandı.

Bu gelişme büyük ölçüde, İmparatorluğun Arabistan’a sınır olan bölgelerinde önemli bir yere sahip olan el-Ḥâris b. Cebele (Yunanca adıyla Aretas) adlı Arap emiri sayesinde mümkün olmuştur. Bu Ğassânî prensleri Hristiyanlık anlayışının Arabistan’a nüfuz etmesinin belki de en önemli kanallarını oluşturduğu için biraz üzerinde durmak gerekir.[10]

Bizans İmparatorluğu, sınır boylarındaki Arap kabileler arasında düzeni sağlamak amacıyla, Arap kabilelerden birisinin reisini destekleme ve İmparatorluğun o günkü sınırları içindeki veya dışındaki Arapların idaresini ona tevdi etme politikası gütmüşlerdir. Bu politika Sâsânî genişlemesine karşı da faydalı bir koruma sağlıyordu.

İki imparatorluk arasındaki çatışmalarda ilk yapılan şey yağma/ganimet için her an sefere hazır durumda olan Arap kabileleri arasında karışıklık yaratarak, diğerinin topraklarına saldırılmasını sağlamaktı. Sâsânîler Arabistan’ın kuzey doğusunda benzeri bir ‘krallığı’, Bizanslılar ise kuzey batıdaki bu Arap reislerinin hanedanlığını (Ğassânîleri) destekliyorlardı. Roma İmparatorluğu altında bu ayrıcalıklı konumda olan pek çok kabileden bahsedilmektedir. MS altıncı asırda Ğassân kabilesinin Cefne kolu bu konumu elde etti ve bu ailenin prensi (emiri) olan el-Hâris kırk yıl süreyle iktidarda kaldı (529-569).[11]

El-Hâris Monofizit Kilisesinin aktif bir hamisiydi: Bu tutumu muhtemelen Monofizit inancına olan bağlılığından ziyade, idarelerinden sorumlu olduğu ahalinin büyük bölümünün Monofizit Hristiyan olmasından kaynaklanıyordu. Kendisinden sonra MS 569 veya 570’de yerine geçen oğlu el-Münzir de aynı politikayı izledi.

Bu prenslerin otoritesinin Arabistan’ın neresine kadar uzandığını bilmiyoruz. Esas merkezleri Culan’daki Cebiye’de idi. Arabistan’ın ve Filistin’in Roma vilayetlerinde bulunan Arap kabilelerinin tamamı üzerinde etkiliydiler. Belki Phoenicia ve Kuzey Suriye’deki kabileler üzerinde de etkileri olabilir. Kuzeyde Palmyra’ya, güneyde de Sina Yarım Adası’na kadar olan bölgeyle ilgileniyorlardı. Arabistan’ın iç bölgelerindeki kabileler üzerinde ise ancak haşmetli/kudretli oldukları dönemlerde etkili olabilecekleri sonucuna varabiliriz. Zengin ve güçlü prensler olarak önemli ölçüde dolaylı etkileri vardı. Ara ara güneyde Medine’ye kadar kendilerini hissettirdiklerine dair belirtiler mevcuttur.

Kostantinopol’deki Roma yönetiminde ne kadar desteklerinin olduğu ise belli değildir. Bir ara el-Hâris’in Roma davasına yeterince bağlı olmadığı şeklinde şüpheler ortaya çıkmıştı. Bizanslılar muhtemelen Arapları tam olarak anlamıyorlar ve Sâsânîlere karşı onun bu istikrarsız bölgede yapabileceğinden daha etkili bir hizmet bekliyorlardı. El-Münzir ise daha fazla şüphe altında kaldı ve ikili oynadığı düşünüldü. Ortodoks din adamları tabii ki Monofizitlere karşı elde ettikleri bu fırsatı kaçırmadılar. El-Münzir davet edildiği bir kilise ayini sırasında hainane bir şekilde yakalanarak hapse atıldı. Sonuç: Arap sınır boylarında anarşi baş gösterdi. Ancak Romalılar yeniden Cefne kabilesiyle anlaşmaya varmak zorunda kaldılar. Zira Arap şairlerinin şiirlerinde bu aileden gelen yöneticilerin isimleri zikredilmektedir.  Ancak isimlerinden başka bir şey bilmiyoruz. Bununla birlikte daha önceki seviyede bir etkiye asla sahip olamadılar. MS 613-614’te Sâsânîler   Suriye’yi tümüyle istila ettiler ve bu muhtemelen Ğassânî krallığının sonu oldu. O tarihlerde neredeyse dağılma noktasında olan Roma İmparatorluğu, çetin ama başarılı bir savaş sonunda Sâsânîlerin eline geçen vilayetleri geri almayı başaran Herakleius döneminde yeniden canlandı. Bu tarihlerde (MS 629), Hz. Muhammed Arabistan sınırlarında huzursuzluklar çıkarıyordu. Herakleius’un Suriye ve Doğu’daki Kilise meselelerini düzene sokma girişimi, ihtilafların uzlaştırılamaz noktada olduğunu göstermişti. Müslümanlar birkaç yıl sonra Roma İmparatorluğuyla karşı karşıya geldiğinde gördüğü manzara şuydu: İmparatorluk uzun ve umutsuz bir mücadele sonunda tükenmiş, Arabistan üzerindeki etkisine aracılık eden aradaki tampon devlet yok edilmişti. Suriye Araplarının çoğunluğu, Monofizit inançları konusundaki samimiyetleri ne olursa olsun, Bizans’ın resmi Ortodoks anlayışına karşı çıkıyorlardı. 

MEZOPOTAMYA

Arabistan yarım adasının kuzey doğusuna doğru başka bir Hristiyan bölgesi yer almaktaydı. Burası kısmen Roma İmparatorluğunun, esas itibarıyla da Sâsânî İmparatorluğunun sınırları içindeydi. Hristiyanlığın Urfa, Fırat ve Dicle bölgesine nasıl girdiğine dair pek çok menkıbeler anlatılır. Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki üçüncü asrın sonlarına doğru Urfa’da oldukça canlı bir Kilise vardı ve Hristiyanlık Fırat ve Dicle vadisi boyunca yayılmıştı.[12] Nizip, Erbil, Gondi Şapur, Kaşkar, Sâsânî krallarının kışlık başkentleri olan ve Nesturi Kilisesi’nin Patriğinin ikametgahı haline gelen Seleucia-Ctesiphon’da[13] kiliseler mevcuttu. Sâsânî İmparatorluğu içindeki Kilise müteaddit kereler baskıya maruz kalmıştı. Sâsânî yönetimi bazen Hristiyan teba ile Roma İmparatorluğu arasında sempati olduğu yolundaki şüpheler, bazen Zerdüşt din adamlarının kıskançlıkları vb. sebeplerle Hristiyanlara karşı şiddet uyguluyordu.  Ayrıca doktrin tartışmaları da cabasıydı. Ancak İsa’nın Şahsiyetinin iki tabiatlı olduğu görüşünü destekleyenlerin sürgün edildiği Roma bölgesinde yer alan Urfa hariç, Süryani düşünce biçimi varlığını korudu. Sâsânî İmparatorluğu içinde bu düşünce biçimi hâkim oldu ve Kilise, ismini de Kostantinopol’ün hal’ edilen patriğinin adını alarak Nesturi oldu. Roma İmparatorluğu Kilisesiyle yaşanan bu doktrin ayrılığı, en azından Sâsânî İmparatorluğu içindeki Hristiyanlarla İmparatorluk arasındaki ilişkileri bir nebze rahatlatmıştı. Zorluklarına karşın, bu bölgelerdeki Kilisenin dikkate değer bir tarihi vardı. Altıncı asrın sonlarında Kilisenin varlığı o derece yaygınlaşmış ve derinleşmişti ki, neredeyse kilisesi ve rahibi olmayan kent kalmamıştı.

Bu şekilde din değiştiren halkın ne kadarının Arap olduğunu söylemek imkânsız. Burada yerleşik ve göçebe nüfus arasındaki ilişkiler açısından durum Suriye’dekinin büyük ölçüde benzeriydi. Mezopotamya nüfusunun belli bir oranının Arap olduğunu düşünebiliriz. Dolayısıyla, Hristiyanlık bu bölgeden de Arap topraklarına girmişti. Tabii ki ülkenin kalbine kadar yerleştiğini söyleyemeyiz. Misyonerlik faaliyetleri Sâsânî yönetimini kuşkulandırıyordu. Bununla birlikte, aktif bir misyoner olan Pethion’un (MS 447’de öldürülmüştür) esas itibariyle doğu tarafındaki dağlık bölgelerde faaliyet gösterdiğini, ama aynı zamanda Fars körfezinin Arabistan tarafındaki Maisân bölgesinde de vaazlar verdiğini ve Kilisenin, denizin Arabistan sahili boyunca güneye doğru yayıldığını biliyoruz. Ancak bu bölgedeki Araplar üzerindeki Hristiyanlık etkisinin esas kaynağı Hîre Kilisesidir. Hîre Lahmî hanedanının merkeziydi. Lahmîler, Roma İmparatorluğunun Suriye sınırlarındaki Ğassânîler gibi, Sâsânî İmparatorluğu ile dostane ilişkiler içinde olan ve İmparatorluğa tabi Arap yöneticilerdi. Hîre kelimesi ya da Nöldeke’nin Hertha dediği kelime[14] muhtemelen taşınabilir kamp anlamına geliyordu ve bu da mezkûr prenslerin/emirlerin daha önceleri bedevi/göçebe kabile reisleri olduklarını düşündürmektedir. Ancak bunların kampları (hertha) daha sonraları Kufe olan yerde yerleşik bir kente dönüşmüştü.  Hîre Hristiyanlarına ise ʿibâd (kullar, hizmetçiler) deniyordu.[15] Orada bir Hristiyan Kilisesinin hangi tarihte kurulduğunu bilmiyoruz, ama MS 410 yılında Hîreli bir rahibin Mezopotamya Kilisesindeki bir meclise/toplantıya katıldığını biliyoruz. Bununla birlikte Lahmî yöneticiler Hristiyanlığı benimsememişlerdi. Ğassânî rakiplerinden farklı olarak onlar Hristiyan olmayan bir İmparatorluğa tabi yöneticilerdi. Bunlarla bağlantılı olarak insanların kurban edilmesi şeklinde birkaç tane vakadan söz edilmektedir. Mesela altıncı yüzyılın başlarında Hîre’nin Arap kralı olan el-Münzir, tanrıça el-Uzzâ’ya birkaç tane Hristiyan rahibeyi kurban etmişti. Bununla birlikte Ğassânî emirinin kızı olan karısı Hint b. Numan Hristiyanlığa bağlı kalmıştı. MS 554-569 arasında Hîre’de hüküm süren oğlu Amr b. Münzir inançlı bir Hristiyandı. Hind Hîre’de bir manastır inşa etmişti. Yakut’un aktardığı bilgiye göre,[16] manastıra ait kitabede Hind’in ve kral olan oğlunun dindarlıkları teyit edilmektedir. Bununla birlikte, Amr’ın halefleri onun yolundan gitmediler. Daha sonraki Hîre krallarından Numan’ın el-Uzzâ’ya insan kurban ettiğine dair bilgiler bulunmaktadır.

Bu tali Hîre krallığı, Sâsânîler tarafından Müslüman işgaline kadar bu haliyle muhafaza edilmemiştir. Buraya İranlı bir vali atadılar, Arap yöneticiyi ona tabi kıldılar. Bu şekilde ortaya çıkan huzursuzluk Müslümanların buraya müdahale etmesinin önünü açtı ve Sâsânî İmparatorluğunun bu bölgesini istila etmelerini kolaylaştırdı.

Dolayısıyla derecesini tahmin etmek zor olsa da, Hristiyanlık kuzeydoğuda Arap kabileleri arasında bazı ilerlemeler kaydetti. Bazı kabileler en azından ismen de olsa Hristiyanlığı benimsedi. Bunlar arasında Tağlib ve büyük bir kabile olan Bekr b. Vâil’in bazı bölümleri bulunmaktadır. Bunlar daha sonra Mezopotamya’nın kuzeyindeki Diyarbakır’a adlarını vermişlerdir, ancak Hz. Muhammed’in zuhuru sırasında Fars Körfezinin başındaki Bahreyn’de yaşıyorlardı. Ayrıca Hîre sarayı (Ğassân sarayı gibi) Arabistan’ın her tarafındaki şairler için bir cazibe merkeziydi ve buradan da bazı Hristiyanlık bilgileri iç bölgelerdeki kabilelere taşınmış olmalıdır.

HABEŞİSTAN

Habeşistan, Kızıl Deniz ile Arabistan’dan ayrılmış olmasına rağmen, İslam’ın beşiğini çevreleyen Hristiyan çevreye ait tasviri tamamlamak için bir nebze söz edilmesi gerekir. Kızıl Deniz’in batı yakasındaki Sami(Semitic) nüfusa muhtemelen Arabistan’dan tedrici bir sızma oluyordu.[17] Aralarında deniz yoluyla çok canlı bir ticaret olmasa da bir dereceye kadar ilişki olduğu anlaşılmaktadır. Muhtemelen o zamanlarda dahi Afrika sahili kaynaklı bir köle ticareti mevcuttu. Kölelik İslam öncesi Arabistan’da var olan bir kurumdu ve kölelerin çoğunluğu da Afrika kökenliydi. Hz. Muhammed zuhur ettiği vakit Mekke’de köle olan ve namaza çağrı konusunda gür sesinden faydalanılan ilk müezzin Bilal’in Habeşli ya da büyük bir ihtimalle Habeşistan üzerinden gelen bir zenci olduğu rivayet edilmektedir. Altıncı asırda bir süre için Habeşistan ile Güney Arabistan arasında mevcut olan yakın ilişkiye yeniden değinmek zorundayım. Ancak Zü Nüvas’ı devirerek Güney Arabistan’da yeniden Habeş yönetimini kuran Habeşistanlıların seferi (takriben MS 525 yılları) gemiciliğe olan talebi artırmış olmalıdır. Bu sefer en azından Bizans İmparatorunun onayıyla yapıldığı için sefere yardım maksadıyla, Rum tacirler de çağrılmış olmalıdır. Böylesine bir askeri seferin nakliye işerinin gerçekleşebilmesi için yine de o tarihlerde Kızıl Deniz’de makul seviyede bir gemicilik yapılıyor olmalıdır. Gemiciliğin olması, belli bir iletişimin de olduğu anlamına gelir. Kur’an’da gemilere ve ticarete yapılan atıflar dikkat çekici ölçüde sıktır. Bahr (deniz) mersâ (liman) gibi denizcilik tabirleri Arapça ve Habeşçede birbirine benzemektedir. Şu veya bu şekilde Habeşçeden Arapçaya geçen ve çoğunluğu Hz. Muhammed’in kendisi tarafından benimsenen veya onun zamanından önce kullanımda olan epeyce bir kelime mevcuttur.[18] Bununla birlikte, Hz. Muhammed üzerindeki etkiler ele alınırken Habeşistan’ın dikkate alınması gereğinin en önemli kanıtı, ilk İslam toplumu Mekkelilerce baskıya uğradığında ilk sığındıkları yerin Habeşistan olmasıdır. Bunların önemli bir bölümü baskıdan kaçmak için bir süre için oraya göç etmişti.

Habeşistan’ın erken tarihi efsanelerle doludur. [19] Axum krallığının başlangıcı (ki daha sonraki Habeşistan’ın esas çekirdeğidir) MS birinci asırdadır. Konstantin döneminden önce bu bölgelerde Hristiyanlıktan ciddi olarak söz edemeyiz. Rufunis tarafından anlatılan (Hist. Eccl. i. böl. 9) ve Sozomen ve başkaları tarafından da tekrarlanan (ii. böl. 24) Frumentuis’in hikayesi meşhurdur. Frumentius ve Aedesius filizof Merope tarafından gençken Hindistan’a götürülmüşlerdir. Dönüş yolunda gemi bir limana girmeye zorlanmış, mürettebat öldürülmüş ve bu iki genç çocuk kurtarılmıştı. Bunlar oradaki kralın kölesi oldular. Sadakatleri sayesinde kralın gözüne girdiler ve özgürlüklerine kavuştular. Bununla birlikte, orada kalarak, kralın oğlunu eğitmekle ve onun ergenlik döneminde krallığın işlerini yürütmekle görevlendirildiler. Bu süre içinde Frumentius ülkede Hristiyan veya Romalı olup olmadığına dair araştırmalar yapmış ve bu tür kişilerin olduğunu öğrenerek onlara şefkat ve cömertlikle muamele etmiştir. Sonunda ikisi de ana yurtlarına dönmek üzere serbest bırakıldılar. Aedesius Sur’a döndü ve orada piskopos oldu. Gönlünde o uzak diyarların Hristiyanları olan Frumentius ise, İskenderiye’ye giderek, olanları rahip Athanasius’a anlattı. Frumentius hem onun hem de İskenderiye Kilisesi tarafından rahip olarak tanındı ve daha önce ikamet ettiği ülkenin Kilisesinde görevlendirilmek üzere geri gönderildi. 

Bu hikâyenin geçtiği yer Hindistan’dır. Hindistan kelimesi erken Kilise tarihçileri tarafından daha geniş anlamda kullanılmaktadır ve sıklıkla Güney Arabistan ve Kızıl Deniz’in etrafındaki yerler kastedilmektedir. Bu olayda ise Habeşistan’ın kastedildiği düşünülmektedir. Aslında Dillmann Rufunis’in hikayesinde doğrudan Hindistan’ın kastedildiği düşüncesindedir. Ayrıca o, Frumentius’un Habeşistan’da görevlendirildiği tarih konusunda da sıkıntılar olduğu görüşündedir. (Athanasius’un Apology’sinden öğrendiğimiz kadarıyla), kesin olan şudur: MS 356’da Frumentius Axum’da rahipti. Sanki daha önce rahipmiş de sonradan atanmış gibidir. Zira Konstantius onun geri çağrılmasını istiyor, Athanasius ise karşı çıkıyordu. Konstantius’un sempati beslediği her iki taraf, yani hem Athanasiuscular hem de Ariuscular veya yarı-Ariuscular o dönemde nüfuzlarını genişletmek istiyorlardı. Frumentius Athanasiuscular tarafındaydı ve Ariuscular ise o bölgelerde bu tür düşüncelerin yayılmasını önlemeye çalışıyorlardı. Bu durum, müteakip dönemde, Hristiyanlığın Habeşistan’daki durumunun o kadar etkili olmamasıyla da uyumludur. Bundan sonra yüz yıllık bir süre için Habeşistan’daki Hristiyanlık konusunda bir şey bilmiyoruz. Muhtemelen beşinci asrın sonlarına doğru hüküm süren Kral Ta-Zena’nın bir yazıtta pagan (putperest), bir başkasında ise Hristiyan olduğu belirtilmektedir. Dolayısıyla, iktidarda olan ailenin o tarihlere kadar pagan olduğunu düşünebiliriz. Ayrıca, Habeşistan’ın bir Aidug zamanında Hristiyanlığa geçtiğini, Fell de bunun Ta-Zena’nın selefi olan Ela-Amida olduğunu belirtmektedir (Z.D.M.G. 35). Efesli John, bu Aidug’un Güney Arabistan’a askeri bir sefer yapmayı tasarladıktan sonra, bir kişi veya kişilerden kendisine ve halkına Hristiyanlığı öğretmesini talep etmesiyle ilişkilendirmektedir (Assemani, B.O. i. 362 vd.). Talep memnuniyetle yerine getirilmiş ve İskenderiye’den birkaç arkadaşıyla birlikte bir rahip gönderilmiştir.  Fell daha sonra, bu olayı, Hristiyanlığın canlanmasını sağlayan dokuz aziz hakkındaki Habeşistan efsanesiyle ilişkilendirmekte ve olayın tarihini de MS 480 olarak vermektedir. Her neyse, Habeşistan’ın esas Hristiyanlaşması takriben bu dönemde olmuştur ve bu hadise Monofizit Hristiyanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Ancak Hristiyanlığın daha sonraki durumu ve tarihi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Bundan ancak altı asır kadar bir süre sonra yeniden Habeşistan hakkında bilgi edinmeye başlıyoruz. Ancak Hz. Muhammed’in zuhur ettiği dönemdeki Habeşistan konusunda tarihin söyleyecek çok bir şeyi olmasa da, Kızıl Deniz’in karşı yakasında, Mekke ticaret toplumunun muhtemelen sık sık iletişim kurduğu, Hristiyan bir ülke olduğunu akılda tutmamız gerekir.



[1] Fazlur Rahman, “Major Themes of the Qur’an” [Türkçesi: Ana Konularıyla Kur’an, trc. Alpaslan Açıkgenç, Ankara, 1987]
[2] [Arius, Kitab-ı Mukaddes'i lafzî olarak yorumlayan Antakya ekolünün takipçisidir. Genellikle Arianizm teslisi kabul etmeyen (subordinationist) ekol olarak bilinir. Buna göre Mesih, Tanrı ile aynı özden ve O'nun oğlu olmayıp yalnızca  insandır ve Tanrı ile insanlar arasında bir aracıdır. Arius'un savunduğu bu fikirler İznik konsilince (325) reddedilerek kendisi aforoz edildi ve Mesih'in Tanrı ile aynı özden olduğu şeklindeki klasik telakki temel akide olarak kabul edildi.]
[3] [İznik Konsilinde Hz. İsa’nın: Bütün asırlardan önce babadan doğan, Tanrı'nın biricik oğlu, tek bir Rab İsa Mesih'e, O'nun Tanrı olduğuna, Tanrı'dan doğduğuna, nur olduğuna, nurdan doğ­duğuna, gerçek Tanrı olduğuna, gerçek Tanrı'dan doğduğuna, tevlid edildiğine, yaratılmadığına, baba ile aynı tabiatta olduğuna, her şeyin O'nun vasıtasıyla yapıldığına, biz insanlar ve bizim kurtuluşumuz için semadan indiğine karar verildi.
[4] Resüllerin İşleri ii. 11 “Hem Yahudi hem de Yahudiliğe dönen Romalı konuklar, Giritliler ve Araplar var aramızda. Ama her birimiz Tanrı’nın büyük işlerinin kendi dilimizde konuşulduğunu işitiyoruz.”
[5] Galatyalılar I. 15-16
[6] Harnack, Mission and Ausbreitung, ii. s. 127.
[7] Dussaud (R.), Les Arabes avant l’Islam en Syrie.
[8] St. Simeon Stylites İnzivada epeyce ileri gitmiş bir Hristiyan keşiş. 36 yıl bir sütunun tepesinde yaşamış.
[9][9] Collyridianizm ile ilgili ana kaynak, bu akımın şiddetli muhaliflerinden Salamisli (Kıbrıs) rahip Epiphanius’un (MS 310/320- 403) MS 375 yıllarında yazdığı “Ekmek Sepeti” anlamındaki Panarion adlı eseridir.
[10] Vide Nöldeke, “Die Ghassanischen Fürsten”, Abhandlungen d.k. Akademie der Wissenschaften zu Berlin, 1887, Abt. ii s. 1-63.
[11] Arap yazarlar bu prensler için genellikle ‘kral’ kelimesini Bizanslılar ise phularchos kelimesini kullanmaktadırlar. Aretas (el-Hâris) aynı zamanda en yüksek unvan olan Patrikios olarak da adlandırılıyordu. El-Hâris Sâsânîlere karşı savaşlarda aktif rol oynamıştı. 531 yılındaki Callinicum (Rakka) savaşında ve yine 541-542 yıllarındaki seferde Belisarius komutasında savaşmıştı.
[12] Hristiyanlığın bu bölgedeki tarihiyle ilgili olarak bkz. Labourt, Le Chriatianisme dans l’Empire Perse, ve Wigram, The Assyrian Church.
[13] Seleucia: Saliḳ; Ctesiphon: Tisfun, Taysefun,
[14] “Die Ghassanischen Fürsten”, s. 48
[15] Nöldeke, Geschischte der Perser und Araber (Tabari), s. 24, n. 4.
[16] Bkz. Labourt, s. 206 vd.
[17] Littmann, Encyc. Rel. and Ethics, i. S. 55
[18] Bkz. Nöldeke, Neue Beträge zur semit. Sprachwissensschaft, s. 60’daki liste.
[19] Dillmann, “Über die Anfänge des axumitischen Reiches”, Abhandlungen der k. Akademie der Wissenschaften zu Berlin, 1878; “Zur Gesch. Des ax. Reiches”, ibid., 1880.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder