27 Mart, 2022

Merhum Zübeyir Bulut ve Çalışmaları



Zübeyir Bulut (15.04.1961-21.03.2022)

Değerli akademisyen ve dava adamı Zübeyir Bulut kardeşimizi 21.03.2022 tarihinde kaybettik. Kendisine Allah'tan rahmet dileriz. Mekanı cennet olsun.

Zübeyir Bulut 1961 yılında Çorum'da dünyaya gelmiştir. Yüksek öğrenimini 1984-1990 yılları arasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde yapmıştır.
1983-1996 yılları arasında PTT'de memur olarak, 1996-2011 yılları arasında ise MEB'da öğretmen olarak çalışmış, Ankara Aydınlıkevler'deki İşitme Engelliler İlköğretim Okulu'nda öğretmenlik yapmıştır.

Yüksek Lisansını Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde, 1992-1995 yılları arasında, Doç. Dr. Ahmet Akbulut'un tez danışmanlığında yürütmüş ve "Kur'an'da Egemenlik Meselesi" adlı tezini hazırlamıştır.

Doktorasını ise 1996-2003 yılları arasında Prof Dr. Ahmet Akbulut'un danışmanlığında, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde tamamlamış ve "Hanbeli Akaid Sistemi" adlı doktora tezini hazırlamıştır.

2010-2011 yıllarında kısa süreli olarak Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde görev yapan Bulut, esas çalışmalarını 2011 yılında Dr. Öğretim Üyesi olarak başladığı Bolu İzzet Baysal Üniversitesi İlahiyat fakültesi'nde yürütmüş, 2012 yılında Yard. Doçent, 2018 yılında da Doçent ünvanını almıştır.

Yıllar itibariyle yayınladığı makaleleri aşağıda verilmiştir:


Kelam’da “İman’da İstisna” Tartışmaları, İslâmî İlimler Dergisi, 2009, cilt: IV, sayı: 1-2, s. 199-214

Alevi- Bektaşi İnançlarına İslam Öncesi İnançların Etkisi, XVII. Kelam Anabilim Dalları Koordinasyon Toplantısı & Gnostik ve Okültizm Sempozyumu, 2012, sayı: 1, s. 385-466

Selefîğin Kelâm İlmi’ne Getirdiği Eleştiriler: -İbn Teymiyye Örneği-, Tarihte ve Günümüzde Selefîlik Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantı 08-10 Kasım 2013, 2014, s. 283-340

Âşık Dertli ve Divan’ında İtikadi Düşüncesi = Aşıq Dertli His Thought of Creed with Special Reference to His Diwan, Kelam Araştırmaları Dergisi, 2014, cilt: XII, sayı: 2, s. 101-116

Hüsün ve Kubuh Meselesinin Ahlâk Teorilerine Temel Oluşturması Bakımından Analizi, Kelam Araştırmaları Dergisi, 2015, cilt: XIII, sayı: 2, s. 634-654

Peygamberleri Tasdik Aracı Olarak Mucizeler, Abant İzzet Baysal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2015, cilt: III, sayı: 5, s. 1-31

Din Eğitiminde İmam-Hatip Okulları Modeli, IV. Uluslararası Türk Dünyası Ekonomi Forumu 7-9 Mayıs 2015 Bildiriler Kitabı, 2015, s. 149-168

Mezheplerin Ayrışma Konusu Haline Getirilmesi ve Hakikat Tekelciliği, İslam’ın Hakikatı ve Mezhep Sorunu, 27-28 Kasım 2015 Kelam Çalıştayı, 2016, s. 251-269

Karşı Mihne Uygulamaları ve er-Risaletü’l-Kâdiriyye (Kâdirî İtikadı), Kelam Araştırmaları Dergisi, 2017, cilt: XV, sayı: 1, s. 75-110

Akaidden Fıkha: Hanefî Fıkıh Kitaplarında Elfâz-ı Küfür, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 2017, cilt: VI, sayı: 2, s. 897-920 (Akgündüz, Said Nuri ile birlikte)

İmam en-Neccâr Tâhir b. Ahmed el-Kazvînî’nin Manzum Akidetü Sünnet ve Cema’at Risalesi Bağlamında Kelâmî Görüşlerinin Değerlendirilmesi, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, 2017, cilt: IX, sayı: 17, s. 273-296

Tûsî’nin Filozof ve Kelâmcı Olarak Savunduğu iki Farklı Haşir Anlayışı, Kelam Araştırmaları Dergisi, 2017, cilt: XV, sayı: 2, s. 283-302

Hanbelî Akaidinin Teşekkülü, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 2017, cilt: VI, sayı: 5, s. 2941-2962

Teftazânî’nin Umûr-i Âmme İncelemesine Katkısı, Uluslararası 14. ve 15. Yüzyıl İslam Düşüncesinde Felsefe, Kelam ve Tasavvuf Sempozyumu Bildirileri -I-, 2020, cilt: I, s. 473-487

Celaleddin Devvânî’nin İslam Ahlak Felsefesindeki Yeri, Danişname Beşeri ve Sosyal Bilimler Dergisi = The Journal of Humanities and Social Sciences , 2021, sayı: 2, s. 41-65

Yayımlanan kitapları ise şunlardır:
Haberî Sıfatlar Anlama Yöntemleri ve Yorumlar, Fecr Yayınları, 2015, 2017 (2. baskı).

Felsefi Kelam'da Umur-ı Amme, Fecr Yayınları, 2017.

Ayrıca kitap bölümleri de kaleme almıştır. Çeşitli kitaplar içindeki Zübeyir Bulut tarafından yazılan bölümler şöyledir:

1. Sistematik Kelam
Bölüm Adı:İmanda İstisna, Bilimsel Araştırma Yayınları, s:345 -354

2. Kelam Tarihi ve Ekolleri
Bölüm Adı:Selefilik, Bilimsel Araştırma Yayınları, s. 277 -301

3. İslam'ın Akılcıları: Mutezili Öncüler
Bölüm Adı:Dırar b. Amr, Mana Yayınları,  s. 88 -93

4. İslam'ın Akılcıları: Mütezili Öncüler
Bölüm Adı:Ebu'l-Hüseyin el-Basri, Mana Yayınları, s. 434 -439

5. İslam Düşüncesinde Teoriler I: Metafizik
Bölüm Adı:Selefiyye Ekolü, Ketebe Yayınları, s. 230 -264

6. Sistematik Kelam III
Bölüm Adı: İnkarcı Akımlar, Temel Yeşilyurt, İsmail Şık, İbrahim Kaplan, Nail Karagöz, Mustafa Yılmaz, Recep Önal Selim ile birlikte, Gece Kitaplığı.  

7. Kelam III/Sistematik Kelam/İman ve İlahiyat
Bölüm Adı: İmanla İlgili Teolojik Problemler, İbrahim Kaplan, Tanrıbilir Tarık Tanrıbilir ile birlikte, Gece Kitaplığı, s. 49 -77

Aşağıda merhum Bulut'un zihin dünyasını, üzerinde çalıştığı ve düşündüğü soru ve sorunları göstermesi açısından çalışmalarından bazılarının sonuç bölümleri verilmiştir. [Yazıların içindeki vurgular bana aittir. SK]

Hanbeli Akaidinin Teşekkülü
Bulut, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi Cilt / Vol: 6, Say 5, 2017'de yazdığı Hanbeli Akaidinin Teşekkülü adlı makalasenin sonuç bölümünde şunları söylemektedir:

Hanbelî Mezhebi, Ahmed b. Hanbelîn siyasi bir mesele olan Mihne’den dolayı elde ettiği mirasın üzerine kurulan dinî-siyasî bir yapılanmadır. Ahmed b. Hanbel’in talebeleri tarafından temelleri atılan Hanbelîlik, özellikle Hallâl ile birlikte oluşumunu büyük ölçüde tamamlamış bir mezhep hüviyeti kazanmıştır. Hallâl ile aynı dönemde yaşayan Berbehârî, Hanbelî öğretilerini toplumda uygulama yönünde bazı faaliyetlerde bulunmuş, yaptığı vaazlarla halkı bu yönde teşvik etmiştir. 

Hanbelî mezhebinin kuruluşu ile uzun tarihî süreç içerisinde gösterdiği gelişmeden ve kullanılan metodolojiden mezhebin üzerine inşa edildiği temel esasın, imkân nispetinde nasların zahirine bağlı kalmak ve nasları literal olarak anlamak olduğu anlaşılmaktadır. Selefî yaklaşımlarının tabii sonucu olarak akideye taalluk eden meselelerde ve toplumsal yaşamda ortaya çıkan yeni problem ve olaylar karşısında, muhafazakâr bir tavır alarak bid’at nazariyesini geliştirmişlerdir. Hiçbir mezhepte Hanbelî mezhebinde olduğu kadar bid’at yasağı ifrata vardırılmamıştır. 

Hadis taraftarları ve Hanbelîler, diğer İslam fırkaları ve âlimleri karşısında kendilerine çok özel bir misyon atfetmişlerdir. Onlara göre, Allah, şeriatın koruyucuları ve bid’atların yıkıcıları olarak kendilerini seçmiştir. Aynı şekilde Allah’ın dinini emanet ettiği, ilmi koruduğu ve Nebi ile ümmet arasında vasıta kıldığı kimseler de kendileridir. Bu sebeple, 72 fırkanın sapıklığa ve dalalete düştüğünü, Resul’ün halifeleri olan tek fırkanın kendileri olduğunu kurtuluşa ereceklerini ve galip geleceklerini iddia ederler. Bu grubun, kendisini merkeze koyması, kendi dışındakileri dalalete düşmekle suçlaması ve diğerlerinin doğruluğunu kendi görüşlerine uygunluğuna göre değerlendirmesine bakılırsa, Haricilerdeki karizmatik cemaat anlayışı iddiasının bir benzerinin, bu grup arasında da olduğu söylenebilir. 

Onların eleştiri oklarını diğer din mensuplarından çok, Müslüman fırkalara yöneltmelerinin ve reddiyeler yazmalarının arkasında bu saikin yattığı söylenebilir. Diğer gruplara karşı bu katı tutumu sergileyen Hanbelîler, kendi içlerindeki farklı görüşlere karşı da çok tahammülsüz bir tavır sergilemişlerdir. Önemli bir usul, cedel ve dil âlimi olan Hanbelî Ebu’l-Vefa İbn Akil, (ö. 513/1119) zaman içerisinde bazı Mu’tezîle âlimleriyle görüşmüş ve onlardan istifade etmişti. Ayrıca, bazı sufilerle ilgi kurarak onların fikirlerini tanımış ve bu sebeple Hallac-ı Mansur’dan bahsederken saygılı ifadeler kullanmaya özen göstermişti. Onun ifadelerini kaydeden talebeleri bu durumu ifşa edince beş yıl kadar gizlenmek zorunda kalmıştır. 

O, tekrar halkın içine dönebilmek için camide bütün halkın huzurunda ve divan önünde daha önce savunduğu fikirlerden vazgeçtiğine dair ifade vermek, önceki görüşlerinden vazgeçtiğini ilan etmek ve bununla ilgili bir belgeyi imzalamak zorunda kalmıştır. Ashâbu’l-Hadis’in, imanla ilgili görüşlerini oluştururken Kur’an ayetlerine, ya konuya başlarken ya da hadislerle bağlantılı olarak sık sık referansta bulunduklarını görmekteyiz. Böyle bir metot Ebu Ubeyd, Ahmed b. Hanbel, Buhari, İbn Mende ve Hâlimî tarafından sıkça kullanılır. Bununla birlikte “Dil ile ikrar, kalp ile tasdik, azalarla amel etmek veya rükünleri işlemek” şeklindeki iman tanımlarında yer alan üç ayrı unsur doğrudan bir ayete yer almaz. Ayrı ayrı ayetlerde, dilin ikrarı ve kalbin tasdiki çıkarılabilirse de, imanın uzuvlarla amel veya rükünleri işlemek şeklindeki üçüncü unsur, doğrudan bir ayetten çıkarılamaz ancak dolaylı yorumlarla bu yapılabilir. 

İlke olarak kendi görüşlerini rivayetlere dayandırmak iddiasında olan bu grup, kendilerini doğrudan veya dolaylı bir şekilde destekleyen bütün haberleri bazen hiçbir tasnife ve değerlendirmeye tabi tutmadan, bazen de alt başlıklar altında alıp kullanmışlardır. Bu sebeple, Hadis taraftarlarının iman nazariyelerinin Kur’an ayetlerinden çok, hadislere ya da hadisleştirilmiş sözlere dayandığını söylemek mümkündür. Bunun neticesi olarak imanın şubeleri, bu ekolün bütün mensuplarınca, hadis çerçevesinde tasnif edilerek içeriği doldurulmaya çalışılmıştır. 

Hiçbir Kur’an ayetinde, doğrudan veya dolaylı olarak imanın şubelerinden, imanda istisnadan, imanın derecelerinden, imanda eksilmeden, iman ve İslam’ın aynı veya farklı anlamlarda kullanıldığından bahsedilmez. Bazı ayetlerde sadece imanın artmasından söz edilir. Ancak bu artışın mahiyeti belli değildir. Hanbelîler bu artmayı hem duygu, bilgi ve tasdik, hem de amellerin işlenmesi ya da günahların terk edilmesiyle meydana gelen bir artma olarak anlamışlardır. Diğer taraftan ayette, sadece gelecekte olacak bir olay veya yapılacak bir eylem için inşa’allah kaydının kullanılması önerilirken onlar, hiç alakası olmadığı halde bu ayetin, bir kimsenin “Ben gerçekten müminim” veya “Ben müminim” şeklinde imanını açığa vurmasına engel olduğunu ve imanda istisnanın şart kılındığını iddia etmişlerdir.

Hanbelîler, akaid alanındaki faaliyetlerinde, akaid konularının en önemlilerinden sayılabilecek olan “Allah’ın sıfatları” meselesiyle de yakından ilgilenmişlerdir. Allah’ın sıfatlarının mahiyet ve keyfiyetinin akılla kavranamayacağına inanmış olan Hanbelîler, bu sıfatlarla ne kastedildiğini Allah’a havale etmişlerdir. Onların sıfatlar konusundaki temel eğiliminin “tefvîz”, “tevakkuf” ve “bilâ keyf/belkefe” görüşü olduğu görülmekle beraber, onlardan bir kısmının bu konuda teşbihi andıran bazı görüşler ileri sürmüş olduklarını da görüyoruz. 

Hanbelîlerin savundukları görüşleri, idealleştirilmiş döneme ve bu dönemde yaşayan insanlara nispet etmeleri, görüşlerine meşruiyet kazandırma çabasının bir sonucudur. Ancak bu, fikirlerin gerçekten bu insanlara ait olup olmadığı konusu sorunludur. Hanbelîler, genel olarak usulu’d-dinde akidelerin ve diğer esasların tespitinde, Hz. Peygamber, halifeleri ve ashabından herhangi bir rivayetin bulunmadığı konularda aklın ya da reyin kullanılmasına karşı çıkmışlar, onların söz etmediği konularda konuşmayı ve yeni bir fikir ortaya atmayı bid’at saymışlardır. Genel olarak rey ve içtihadı yasaklayan bu mezhebin temsilcilerinin, itikadi konularda da reyin kullanılmasını engelledikleri düşünülmektedir. 

Ehl-i Sünnet anlayışının büyük ölçüde Ahmed b. Hanbel’in muzaffer olarak çıktığı Mihne’den sonra Ehl-i Hadis ve Hanbelîlerin eliyle uygulanan “karşı Mihne”nin gölgesinde oluştuğu unutulmamalıdır. Muhtemelen bu sebeple olmalıdır ki Ehl-i Sünnet içerisinde muhalif ses ve görüşlere karşı ciddi bir tahammülsüzlük oluşagelmiştir. Mezhep, Muhammed b. Abdulvehhâb’ın Necd bölgesindeki faaliyetleriyle birlikte ciddi bir atılım gerçekleştirmiş ve Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi haline gelmiştir. Bugün çağdaş Selefilerin yaptıkları faaliyet ve eylemlerle birlikte Ehl-i Hadis-Hanbelî zihniyet neredeyse bütün dünyada kendisinden söz ettirmekte ve etkili olmaktadır. 

Hanbelîlerin din/akide anlayışları, onların eserlerinin yayımlamasıyla birlikte günümüzde yeniden hem teorik hem de pratik olarak büyük destek görmektedir. Bunun etkisini, daha çok, kendilerini Selefî olarak takdim eden Vehhabilik ve bu anlayışı benimsemeyen aşırı gelenekçiler ile Mısır’da ve diğer İslam ülkelerinde ortaya çıkan İhvân, Tekfîr, Hicre, Cihad, Taliban el-Kaide ve DAEŞ örgütleri gibi literal yorumu benimseyen şekilci sünnet anlayışıyla hareket eden diğer örgütler üzerinde görmek mümkündür. Bu yaklaşım, bugün de çağdaş Müslümanların hayatında en az geçmişteki kadar etkilidir.


HÜSÜN VE KUBUH MESELESİNİN AHLÂK TEORİLERİNE TEMEL OLUŞTURMASI BAKIMINDAN ANALİZİ

KELÂM ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Cilt: 13, Sayı: 2, 2015 Sayfa: 634-654

Sonuç bölümü

Ahlâk ilmi her ne kadar büyük ölçüde filozofların gayretleriyle teşekkül etmiş bir disiplin olsa da Müslüman kelâmcıların bu alandaki çabaları inkâr edilemez. Kelâm ilminde başlangıçta iyilik ve kötülüğün ilâhî sıfat ve fiillerle ilişkisi, yükümlülüğün kaynağı ve âlemde kötülüğün bulunup bulunmadığı bağlamında tartışılmış olan hüsün ve kubuh meselesi daha sonra Ahlâk ilminin de önemli konularından birisi haline gelmiştir. Hüsün ve kubuh tartışmalarının Ahlâk teorilerinin gelişmesinde büyük katkısının olduğunu düşünüyoruz. Bu araştırmada meseleyi özellikle üç itikadî mezhep çerçevesinde incelemeye çalıştık. İkisi Sünni inanç ekolü olan bu mezheplerin birbirleriyle ortak ve ayrı noktalarını tespit ettik. Bir Sünni ekol olmasına rağmen Mâturîdîye’nin bu meselede Eş’arîye’den uzaklaştığını ve Mu’tezile’ye daha yakın durduğunu gördük. Mâturîdîye, Mu’tezile’nin aşırı gibi görünen teorisini biraz yumuşatarak Sünni anlayışa yaklaştırmıştır. Mâturîdîye ile Mu’tezile arasındaki görüş yakınlığı Mu’tezile’yi hamasi bir yaklaşımla Sünni sistemin dışına itmenin haklılığını tartışmaya açar nitelikte görünmektedir.

Mu’tezile, bir kısım fiillerde zati hüsün ve kubuh bulunduğunu, bizzat iyi veya kötü olan şeylerin dinden bağımsız olarak akılla idrak edilebileceğini ileri sürmüştür. Mu’tezile’ye göre hüsün ve kubuh, fiillerin zatıyla, sıfatlarıyla, yön ve itibarlarıyla alakalı bir durumdur. Mu’tezile içinde aklın idrak edici olmasında görüş birliği olmasına rağmen hâkim olması konusunda ihtilaf vardır. Mu’tezile, aklı, hüsün ve kubhu ispat ve inşa edici değil, bilakis bazı şeylerde bizzat bulunan hüsün ve kubhu ortaya çıkarıcı ve idrak edici kabul etmekte ve hükmü hakiki değil, mecazi anlamda akla nispet etmektedir. Din, aklın idrak ettiği bu hükmü teyit eder.

Eş’arîye’ye göre, fiillerde Allah’ın emretmesini veya yasaklanmasını gerektiren zati bir hüsün ve kubuh bulunmadığı gibi, fiillerin hüsün ve kubhunu gerektiren vasıfları da yoktur. Hüsün, Şâri’nin vâciplik, mendupluk ve mubahlık şeklindeki izniyle, kubuh ise haramlık ve mekruhluk şeklindeki yasaklamasıyla olur. İzin verilen şey güzel, yasaklanan şey ise çirkindir. Eş’arîye’ye göre fiilde zati hüsün ve kubuh bulunmaz ve fiillerin hüsün ve kubhunu akılla bilmek imkânsızdır. Çünkü akıllar fiilleri nitelemede çoğunlukla ihtilaf ederler. Birinin güzel gördüğünü diğeri çirkin bulabilir. Bir kişi bile bir fiil hakkında değişik zamanlarda farklı görüşler kabul edebilir. Akıl bir şeyin hüsün ve kubhuna hüküm verirken onun içinde bulunduğu durumu genelleştirir. Bu nedenle aklın iyi gördüğü şeyin Allah katında da iyi olduğunu, kötü gördüğünün Allah katında da kötü olduğunu söylemek ve sevap veya günahın bu esaslara bağlı olarak tahakkuk edeceğini iddia etmek zordur.

Mâturîdîye’ye göre, hüsün ve kubuh aklîdir. Şeylerde bizatihi hüsün ve kubuh, fiillerde bizzat iyilik ve kötülük vardır. Akıl fiillerdeki özelliklere, onlarda gördüğü fayda ve zarara bakarak onların çoğunda hüsün ve kubhu bağımsız olarak idrak edebilir. Allah da bizzat iyi olanı yasaklamaz ve bizzat kötü olanı emretmez. Mâturîdîye bu konuda Mu’tezile ile görüş birliği içindedir. Fakat Mâturîdîye’nin Mu’tezile’den ayrıldığı noktalar da mevcuttur. Mâturîdîye’ye göre, ne aklın güzel gördüğünü emretmek, ne de çirkin gördüğünü yasaklamak Allah’a vâciptir. Bunun ancak münasip olduğu söylenebilir. Allah’ın insan fiilleri hakkındaki hükmünün, aklımızın bu fiilde idrak ettiği hüsün ve kubha göre olması şart değildir. Bu durumda teklif, yalnızca aklın ulaşacağı hüsün ve kubuh ile olmaz, bu bilgi sebebiyle sevap veya günah gerekmez. Bu yaklaşımıyla Mâturîdîye’nin Mu’tezile ile Eş’arîye arasında orta bir yol takip ettiğini söylemek mümkündür.

Kelamcıların gündeme getirdikleri haliyle hüsün ve kubuh incelemeleri bir ahlak teorisi geliştirmek için tek başına yeterli olmayıp teorinin sadece bir dayanağını oluşturmaktadır. Ahlak teorisiyle ilgili yükümlülük, sorumluluk ve ahlak yasası hüsün ve kubuh meselesiyle ilişkilendirilebilse de ahlak teorisinin diğer dayanakları olan özgürlük, müeyyide ve huyların kaynağı konuları ayrıca temellendirilmek durumundadır. Bunlardan özgürlük ve müeyyide bir şekilde dinî naslardan hareketle kelâmî çerçeve içinde teorinin birer unsuru haline getirilebilir; fakat huyların kaynağı ve değişebilirliği meselesi felsefenin nefis temelli ahlak teorilerinin desteğini gerektirmektedir. Bu araştırmayla biz, hüsün ve kubuh meselesinin, ahlak teorilerindeki diğer esasların da katılımıyla kelâmî nitelikli bir ahlak teorisi geliştirmede önemli bir temel oluşturacağını tespit ettik ve bunun üç itikadî İslam mezhebi açısından nasıl temellendirileceğini ortaya koymuş olduk.

KARŞI MİHNE UYGULAMALARI VE ER-RİSALETÜ’L-KÂDİRİYYE (KÂDİRÎ İTİKADI)
KELÂM ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Cilt: 15, Sayı: 1, 2017 Sayfa: 75-110

Sonuç bölümü

Mihne süreci, İslam Düşünce Tarihi açısından en ciddi kırılma noktalarından birisidir. Bilimsel olarak tartışılan Halku’l-Kur’an konusunun bir devlet politikası haline getirilerek uygulanmasının bedeli çok ağır olmuştur. Mihnenin en ciddi etkilerinden birisi, Müslümanların tarih algılarını hem geçmişe, hem de geleceğe yönelik olarak ve gerçekte yaşanılanlarla irtibatı düşünülmeksizin değiştirmiş olmasıdır. Bu süreç, artık farklıkların zenginlik olarak anlaşılması imkânını ortadan kaldırmış; ilmi çerçevede süren tartışmalar, travmaya dönüşen mihne sürecinde yaşananlarla birlikte anlam ve önemini yitirmiş, Ehl-i Hadis zihniyeti Müslümanların din anlayışına damgasını vurmuştur. Mütevekkil, karşı mihne hareketi ile Mu’tezile kelamını, eserlerinin ve fikirlerinin okutulmasını ve öğrenilmesini tamamen yasaklamış, buna uymayanları cezaya çarptırmıştır. Ehl-i Sünnet‛ kavramı ve bu kavram etrafında şekillenen akide anlayışı büyük ölçüde mihneden sonra Hanbelîler’in eliyle uygulanan‚ Karşı Mihne‛nin gölgesinde oluşturulmuştur. Muhtemelen bu sebeple olmalıdır ki Ehl-i Sünnet içerisinde de muhalif ses ve görüşlere karşı ciddi bir tahammülsüzlük daima var olagelmiştir.

Mihne uygulamaları aslında teorik ve teolojik olmanın yanında daha çok sosyo-politik bir çatışmadır. Teorik tartışmalar büyük oranda bir kamuflaj mesabesindedir. Mihne uygulamaları hem siyasî tarihte hem de düşünce tarihinde bir dönüm noktasını oluşturmuş; deyim yerindeyse, İslam düşüncesinin seyrini değiştirmiştir. Her şeyden önce mihne döneminin Ehl-i Hadis’in zaferiyle bitmiş olması, bundan sonraki süreçte onların baskın unsur olmasını, karşıtları olan Mu’tezile’nin de tedrici olarak yok olmasını veya diğer mezhepler içinde erimelerini getirmiştir. Diğer taraftan Mihne, Hanbelîlik diye bir akide mezhebini de çıkarmıştır. Bütün bunların sonucunda Ahmed b. Hanbel ve özellikle de onun taraftarları mihne sonrası süreçte adeta mihnenin rövanjını almış, kendileri gibi olmayanlara, düşünmeyenlere hayat hakkı tanımamışlardır. Bu uygulamalar neredeyse o günden bu yana imkân ve fırsat buldukları her dönemde devam etmiştir. Bu tavır günümüzde de bir zihniyet olarak etkinliğini devam ettirmektedir.

Abbasi Hilafeti’nin desteğini arkalarına alan Hanbelîler, özellikle Bağdat’ta Ehl-i Sünnet’in tek temsilcisi haline gelmişler; toplumda ‚dinî-siyasî bir muhalefet partisi‛ rolü oynamışlardır. Hanbelîler aynı zamanda Abbasi hilafeti ile yakınlaşmış, özellikle Kâdîrî itikad bildirgeleri ile birlikte Hanbelîlik hilafetle entegre olarak ‚devletin resmi mezhebi‛ haline gelmiştir.

Halife Kâdir’in uygulamaları da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Halife Kâdirbillah döneminde cereyan eden dini ve siyasi hadiseler, onun takip ettiği politikalar ve bunların ilk defa bir halife tarafından yazılı metin haline getirilerek devlet eliyle topluma dayatılmasının ilk örneği olarak ortaya çıkan el-İ’tikâdu’l-Kâdirî metni Ehl-i Hadis/Hanbelî akidesinin tespit edildiği bir metin olarak görünmektedir. 

Bu tarihi hadiselerden anlaşıldığı kadarıyla, Halife Kâdirbillah’ın Ehl-i Sünnet inancının korunması ve müdafaasına yönelik politikası ve bunun merkezine yerleştirilen, Abbasi hilafetinin gücünü ve otoritesini yeniden tesis etmeyi amaçlayan siyaseti daha sonra oğlu Kâimbiemrilah döneminde de devam etmiştir. Gerçekte ‚Kâdirî Akidesi‛, bir yandan Hanbelî akaidi çerçevesinde Sünnî inançları ve anlayışı yansıtan, diğer yandan hem Şiî, hem Mu’tezîlî ve hatta Eş’arî doktrinlerine de karşı ve muhalif; ama aynı zamanda siyasî hüviyeti olan bütün Müslümanların inanç esasları olarak sunulan bir amentü/deklarasyon idi. Bütün bunlar çerçevesinde V/XI. asırdaki Sünnî yükseliş hareketini, geleneksel ve muhafazakar İslam anlayışı‛nın, siyasî vedinî bakımdan hâkim konuma gelmesi olarak görmek mümkündür. 

Bugün çağdaş Selefilerin yaptıkları faaliyet ve eylemler sayesinde Ehl-i Hadis/Hanbelî zihniyet neredeyse bütün dünyada kendisinden söz ettirmekte ve etkili olmaktadır. Dolayısıyla, Mu’tezile’nin kendi felsefî/akidevî yorum ve anlayışlarını devlet otoritesini kullanarak zorbaca uygulamalarla halka benimsetme çabalarının bir ürünü olan mihne daha sonra bir karşı mihne‛ hareketine dönüşerek uzun süre aksi istikamette devam ettirilmiştir. Halife Kâdirbillah’ın uygulamaları ve Kâdiri İtikadı’nı da bu sürecin bir parçası olarak değerlendirmek mümkündür.

PEYGAMBERLERİ TASDİK ARACI OLARAK MUCİZELER

dergİabant (AİBÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi), Bahar 2015, Cilt:3, Yıl:3, Sayı:5, 3:1-31

 Sonuç bölümü

İslam inançlarını açıklama ve savunma görevini üstlenen kelam ilminin önemli konularından biri de nübüvvet konusudur. Kelamcılara göre Allah’ın peygamberler göndermesi mümkündür. Diğer bir ifade ile peygamberlik, mümkinu’l-vücûddur, yani peygamberlerin varlığı imkân dâhilindedir ve câizdir. Zira akıl peygamberliğin mümkün olabileceğini, Allah’ın seçtiği bazı kimseleri insanlara gönderebileceğini kabul eder. Allah bu şekilde görevlendirdiği elçileri aracılığı ile tekliflerini kullarına bildirir. Bu durumda, Allah’ın varlığına ve O’nun insanlara teklifte bulunabileceğine inanan kimse, Allah’ın peygamber göndermesini de kabul etmiş olur. Çünkü Allah’ın emir ve nehiylerini insanlara ulaştırabilecek olanlar peygamberlerdir. Bu anlamda Allah ile insanın iletişimi vahiy aracılığıyla gerçekleşir. Peygamber, insan-Allah ilişkisindeki taraflardan ve doğal olarak bu iletişimin ana unsurlardan biridir.

Peygamberlik mümkün ise, peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin gerçek peygamber olduğunun delili nedir? Peygamberlik iddiasında bulunan herkes peygamber midir? İnsanlar bir peygamberin peygamber olduğunu nasıl bilecekler ve kendilerine ulaşan mesajın, bizzat Allah tarafından gönderildiğine nasıl inanacaklar? Kelâmcılar, bu tür sorulara büyük ölçüde “mucize”ye dayanarak cevap vermektedir. Özellikle Kelam literatüründe peygamber el-müeyyed bi’l-mucize (mucize ile desteklenmiş) şeklinde tanımlanır.

Dinî bir terim olarak mucize, kelam literatüründe "peygamberlik iddia eden bir zatın elinde inkârcılara meydan okuduğu sırada, kendisini doğrular mahiyette başkalarının, benzerini yapamadıkları olağanüstü bir şeyin ortaya çıkması" şeklinde tarif edilmiştir. Diğer insanlar bu tür olayların benzerlerini getirme konu Aslında mucizede insanları aciz bırakan Allah’tır. “Peygamberin mucizesi” ifadesi mecazen söylenebilir. Gerçek manada bu isimlendirmenin yapılması doğru değildir. Mucize Allah’ın fiilidir. Allah’ın onu peygamberlerin elinde gerçekleştirmesinin nedeni, onların peygamberliğini teyit etmek içindir. Vahiy geleneğinde Allah her peygambere farklı ve zamanına göre mucizelerle destek olmuştur. Bu farklılık peygamberlerin siretlerinden ve Kur’an’daki peygamber kıssalarından açıkça anlaşılabilir.

Mucizenin tanımı dikkate alındığında, peygamberliği ispata yönelik mucizenin iki temel özelliğinin bulunduğu görülür: Birincisi, inkârcıların mucize isteği, ikincisi ise benzerini ortaya koyma konusunda insanlara meydan okumadır. Kelamcıların, Kur'an'daki mucize takdimini esas alarak yaptıkları bu tanımlamada yer alan meydan okuma ve talep unsuru bir peygamberde görülebilen bazı olağanüstü şeylerin hangi anlamda algılanacağı hususunda büyük önem arz etmektedir.

Kelamcılar mucizeyi, genel olarak aklî ve hissî olmak üzere iki gruba ayırırlar. Dolayısıyla, herhangi bir peygambere nispet edilen olağanüstü bir şeyin mucize olarak kabul edilmesi için her şeyden önce onun meydan okumanın hemen ardından meydana gelmesi; ikinci olarak, şayet duyulara hitap eden bir olay ise oluş itibarıyla insanların onu duyu organlarıyla bizzat algılamaları gerekir. Bu tür mucize örnekleri Kur’an’da çokça yer almaktadır.

Aklî mucize ise muhataplarının akıl ve muhakemelerine hitap eder. Kur'an Hz. Peygamber'in aklî bir mucizesidir. Zira Resulullah bu yüce kitap ile meydan okumuştur. Oluş biçimi itibarıyla tanıma uygun olarak muhatapların özellikle akıl ve muhakemelerine hitap etmiş; benzerini getirme konusunda meydan okumuştur. Hz. Muhammed'e nispet edilen göğsünün açılması, ayın yarılması, gayptan haber vermesi, isra ve meleklerin yardımına mazhar olması gibi olaylar ise, muhtevalarında meydan okuma unsuru bulunmadığı için mucize olarak değerlendirilemezler. Ayrıca isra ve meleklerin yardımı meselesinde, olayı duyularla algılama da söz konusu değildir.

Allah'ın kelamı olması ve sübut bakımından herhangi bir problemi bulunmaması sebebiyle, mucize konusu Kur'an ağırlıklı olarak incelenmiştir. Ayetlerin ifadelerine göre Yüce Allah geçmiş peygamberlere hitap ettikleri toplumların kültür seviyelerine uygun biçimde çeşitli mucizeler vermiştir. Vahiy geleneğinin ve peygamberlerin son halkası olan Hz. Muhammed'e gelince, muhataplarının ısrarlı isteklerine rağmen, ona daha önceki peygamberlere verildiği gibi hissî mucizeler verilmemiş, iman etmek isteyenler için Kur'an'ın yeterli olduğu bildirilmiştir. O bütün insanlığa kendisine mucize olarak verilen “Kur’an-ı Kerim”le meydan okumuş ve onları İslam’a davet etmiştir. O, teorik ve pratik bilgileri, gerek fesahat ve belâgatı ve gerekse geçmiş ve geleceğe yönelik haberleri vermesi bakımından mucize bir kitaptır. Bazı Kur'an ayetlerinden sunda aciz olmaları peygamberi tasdik etmelerine yol açmaktadır.

 Aslında mucizede insanları aciz bırakan Allah’tır. “Peygamberin mucizesi” ifadesi mecazen söylenebilir. Gerçek manada bu isimlendirmenin yapılması doğru değildir. Mucize Allah’ın fiilidir. Allah’ın onu peygamberlerin elinde gerçekleştirmesinin nedeni, onların peygamberliğini teyit etmek içindir. Vahiy geleneğinde Allah her peygambere farklı ve zamanına göre mucizelerle destek olmuştur. Bu farklılık peygamberlerin siretlerinden ve Kur’an’daki peygamber kıssalarından açıkça anlaşılabilir.

Mucizenin tanımı dikkate alındığında, peygamberliği ispata yönelik mucizenin iki temel özelliğinin bulunduğu görülür: Birincisi, inkârcıların mucize isteği, ikincisi ise benzerini ortaya koyma konusunda insanlara meydan okumadır. Kelamcıların, Kur'an'daki mucize takdimini esas alarak yaptıkları bu tanımlamada yer alan meydan okuma ve talep unsuru bir peygamberde görülebilen bazı olağanüstü şeylerin hangi anlamda algılanacağı hususunda büyük önem arz etmektedir.

Kelamcılar mucizeyi, genel olarak aklî ve hissî olmak üzere iki gruba ayırırlar. Dolayısıyla, herhangi bir peygambere nispet edilen olağanüstü bir şeyin mucize olarak kabul edilmesi için her şeyden önce onun meydan okumanın hemen ardından meydana gelmesi; ikinci olarak, şayet duyulara hitap eden bir olay ise oluş itibarıyla insanların onu duyu organlarıyla bizzat algılamaları gerekir. Bu tür mucize örnekleri Kur’an’da çokça yer almaktadır.

Aklî mucize ise muhataplarının akıl ve muhakemelerine hitap eder. Kur'an Hz. Peygamber'in aklî bir mucizesidir. Zira Resulullah bu yüce kitap ile meydan okumuştur. Oluş biçimi itibarıyla tanıma uygun olarak muhatapların özellikle akıl ve muhakemelerine hitap etmiş; benzerini getirme konusunda meydan okumuştur. Hz. Muhammed'e nispet edilen göğsünün açılması, ayın yarılması, gayptan haber vermesi, isra ve meleklerin yardımına mazhar olması gibi olaylar ise, muhtevalarında meydan okuma unsuru bulunmadığı için mucize olarak değerlendirilemezler. Ayrıca isra ve meleklerin yardımı meselesinde, olayı duyularla algılama da söz konusu değildir.

Allah'ın kelamı olması ve sübut bakımından herhangi bir problemi bulunmaması sebebiyle, mucize konusu Kur'an ağırlıklı olarak incelenmiştir. Ayetlerin ifadelerine göre Yüce Allah geçmiş peygamberlere hitap ettikleri toplumların kültür seviyelerine uygun biçimde çeşitli mucizeler vermiştir. Vahiy geleneğinin ve peygamberlerin son halkası olan Hz. Muhammed'e gelince, muhataplarının ısrarlı isteklerine rağmen, ona daha önceki peygamberlere verildiği gibi hissî mucizeler verilmemiş, iman etmek isteyenler için Kur'an'ın yeterli olduğu bildirilmiştir. O bütün insanlığa kendisine mucize olarak verilen “Kur’an-ı Kerim”le meydan okumuş ve onları İslam’a davet etmiştir. O, teorik ve pratik bilgileri, gerek fesahat ve belâgatı ve gerekse geçmiş ve geleceğe yönelik haberleri vermesi bakımından mucize bir kitaptır. Bazı Kur'an ayetlerinden nlaşıldığına göre Yüce Allah Hz. Peygamber ile yeni bir dönem başlatmıştır. Buna göre Resulullah ile birlikte birtakım olağanüstülüklerin yaşandığı dönemler sona ermiş, tebliğin sürekliliğini ve evrenselliğini sağlamak üzere akıl ve bilgi süreci başlatılmıştır. Bize göre, peygamberliği kıyamete kadar sürecek olan ve tüm insanlara gönderilmiş bulunan bir peygamberin mucizesinin de kıyamete kadar kalıcı, her dönemde algılanıp anlaşılacak, sahibinin peygamber olduğunu ispat için başvurulabilecek sürekli ve kalıcı bir mahiyette olması gerekirdi. Nitekim öyle de olmuş, Yüce Allah son Peygamber'ine mucize olarak Kur'an'ı vermiştir. Hz. Peygamber de kendisinden önceki peygamberlere birtakım mucizeler verildiğini, kendi mucizesinin ise Kur'an'dan (vahiy) ibaret olduğunu, bu yüzden de ümmetinin, diğer peygamberlerinkinden daha fazla olacağını umduğunu bildirmiştir.

Kur'an ve ona paralel olan Hz. Peygamber’in dilinde (sünnette) durum bu merkezde iken, rivayetlerde, Hz. Peygamber'in mucizelerini sayarak onun diğer peygamberlerden daha üstün olduğunu ispat etmeye yönelik olarak, ümmetin ona olan sevgi, saygı ve bağlılığını arttırma amacıyla yazılan kitaplarda ve bu arada müşterek kültürün bir yansıması bakımından bir ölçüde de kelam kitaplarında Resulullah'a Kur'an dışında birtakım hissi mucizeler nispet edilmiştir. Toplam sayısının binleri bulduğu iddia edilen ve neredeyse Resulullah'ın yirmi üç yıllık peygamberlik hayatının her gününü dolduran bu mucize anlayışının, Kur'an ile çeliştiği açıktır. Bazı İslam âlimlerinin, bazı sahabelerin gözlem ve anlayışlarını yansıttığı anlaşılan ve tamamı itibarıyla kesin bilgi ifade etmeyen birtakım rivayetlere dayalı bulunan bu tür olayların nakledilmesinin râvîlerince savunulacak makul ve geçerli sebepleri bulunmalıdır. Bize göre bu sebeplerinin en önemlisi, insanların peygamberi yüceltme duygusu ve olağanüstüye yönelik arzu ve merakı gibi saiklerle bazı ayetlere amacı aşan anlamlar yüklemeleri veya bu ayetler için farklı sebeb-i nüzul arayışına girmeleridir. Dolayısıyla sıradan olaylar bazı kimseler tarafından abartılarak anlaşılmış ve aktarılmış ya da eski dinlere mensup olan bazı kimselerin müslümanlığı kabullerinden sonra, eski dinlerinin peygamber ve azizleriyle ilgili olarak anlattıkları efsaneler karşısında, İslam Peygamberi'ne ait Kur'an mucizesi, avam için yetersiz görülmüş olmalıdır. Böyle bir anlayışı yansıtan ve Hz. Muhammed'e, diğer peygamberlere verilen her türlü mucizenin en büyüğünün verildiği temasını işleyen eserlerin telif yoğunluğunun böyle bir döneme rastlaması, bu görüşümüzü doğrulamaktadır.

Kur'an'da zikredilen ayın ikiye bölünmesi, gayptan haber verme, göğsün açılması, ilahi teyide mazhar olma ve isra olaylarına dair ayetlerin taşıdıkları manaların anlaşılmasında, zamanla anlam sapmaları yaşanmıştır. Buna yol açan rivayetlerin birçoğunun senet bakımından istidlale elverişsiz ve bütünüyle haber-i vahid durumunda olması yanında öz ve metot itibarıyla Kur'an ile çelişir bir mahiyet arz etmeleri de bu rivayetler hakkında şüphe duyulmasını gerektirmektedir. Kur'an'da yer alan söz konusu olaylar, Kur'an ve kelam literatüründen yansıyan mucize kriterlerine uymamaktadır. Sonuç olarak Hz. Peygamber'in yegâne mucizesi, aklî bir mucize olan Kur'an'dan ibarettir. Mucize gibi algılanan diğer olayların ise, ilahi birer lütuf, yardım ve işaret olarak kabul edilmeleri daha makul görünmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder