HÜSÜN VE KUBUH MESELESİNİN AHLÂK TEORİLERİNE TEMEL
OLUŞTURMASI BAKIMINDAN ANALİZİ
KELÂM ARAŞTIRMALARI DERGİSİ Cilt: 13, Sayı: 2, 2015 Sayfa:
634-654
Sonuç bölümü
Ahlâk ilmi her ne kadar büyük ölçüde filozofların
gayretleriyle teşekkül etmiş bir disiplin olsa da Müslüman kelâmcıların bu
alandaki çabaları inkâr edilemez. Kelâm ilminde başlangıçta iyilik ve kötülüğün
ilâhî sıfat ve fiillerle ilişkisi, yükümlülüğün kaynağı ve âlemde kötülüğün
bulunup bulunmadığı bağlamında tartışılmış olan hüsün ve kubuh meselesi daha sonra
Ahlâk ilminin de önemli konularından birisi haline gelmiştir. Hüsün ve kubuh
tartışmalarının Ahlâk teorilerinin gelişmesinde büyük katkısının olduğunu
düşünüyoruz. Bu araştırmada meseleyi özellikle üç itikadî mezhep çerçevesinde
incelemeye çalıştık. İkisi Sünni inanç ekolü olan bu mezheplerin birbirleriyle
ortak ve ayrı noktalarını tespit ettik. Bir Sünni ekol olmasına rağmen
Mâturîdîye’nin bu meselede Eş’arîye’den uzaklaştığını ve Mu’tezile’ye daha
yakın durduğunu gördük. Mâturîdîye, Mu’tezile’nin aşırı gibi görünen teorisini
biraz yumuşatarak Sünni anlayışa yaklaştırmıştır. Mâturîdîye ile Mu’tezile
arasındaki görüş yakınlığı Mu’tezile’yi hamasi bir yaklaşımla Sünni sistemin
dışına itmenin haklılığını tartışmaya açar nitelikte görünmektedir.
Mu’tezile, bir kısım fiillerde zati hüsün ve kubuh
bulunduğunu, bizzat iyi veya kötü olan şeylerin dinden bağımsız olarak akılla
idrak edilebileceğini ileri sürmüştür. Mu’tezile’ye göre hüsün ve kubuh,
fiillerin zatıyla, sıfatlarıyla, yön ve itibarlarıyla alakalı bir durumdur.
Mu’tezile içinde aklın idrak edici olmasında görüş birliği olmasına rağmen
hâkim olması konusunda ihtilaf vardır. Mu’tezile, aklı, hüsün ve kubhu ispat ve
inşa edici değil, bilakis bazı şeylerde bizzat bulunan hüsün ve kubhu ortaya
çıkarıcı ve idrak edici kabul etmekte ve hükmü hakiki değil, mecazi anlamda
akla nispet etmektedir. Din, aklın idrak ettiği bu hükmü teyit eder.
Eş’arîye’ye göre, fiillerde Allah’ın emretmesini veya
yasaklanmasını gerektiren zati bir hüsün ve kubuh bulunmadığı gibi, fiillerin
hüsün ve kubhunu gerektiren vasıfları da yoktur. Hüsün, Şâri’nin vâciplik,
mendupluk ve mubahlık şeklindeki izniyle, kubuh ise haramlık ve mekruhluk
şeklindeki yasaklamasıyla olur. İzin verilen şey güzel, yasaklanan şey ise
çirkindir. Eş’arîye’ye göre fiilde zati hüsün ve kubuh bulunmaz ve fiillerin
hüsün ve kubhunu akılla bilmek imkânsızdır. Çünkü akıllar fiilleri nitelemede
çoğunlukla ihtilaf ederler. Birinin güzel gördüğünü diğeri çirkin bulabilir.
Bir kişi bile bir fiil hakkında değişik zamanlarda farklı görüşler kabul
edebilir. Akıl bir şeyin hüsün ve kubhuna hüküm verirken onun içinde bulunduğu
durumu genelleştirir. Bu nedenle aklın iyi gördüğü şeyin Allah katında da iyi
olduğunu, kötü gördüğünün Allah katında da kötü olduğunu söylemek ve sevap veya
günahın bu esaslara bağlı olarak tahakkuk edeceğini iddia etmek zordur.
Mâturîdîye’ye göre, hüsün ve kubuh aklîdir. Şeylerde
bizatihi hüsün ve kubuh, fiillerde bizzat iyilik ve kötülük vardır. Akıl
fiillerdeki özelliklere, onlarda gördüğü fayda ve zarara bakarak onların
çoğunda hüsün ve kubhu bağımsız olarak idrak edebilir. Allah da bizzat iyi
olanı yasaklamaz ve bizzat kötü olanı emretmez. Mâturîdîye bu konuda Mu’tezile
ile görüş birliği içindedir. Fakat Mâturîdîye’nin Mu’tezile’den ayrıldığı
noktalar da mevcuttur. Mâturîdîye’ye göre, ne aklın güzel gördüğünü emretmek,
ne de çirkin gördüğünü yasaklamak Allah’a vâciptir. Bunun ancak münasip olduğu
söylenebilir. Allah’ın insan fiilleri hakkındaki hükmünün, aklımızın bu fiilde
idrak ettiği hüsün ve kubha göre olması şart değildir. Bu durumda teklif,
yalnızca aklın ulaşacağı hüsün ve kubuh ile olmaz, bu bilgi sebebiyle sevap
veya günah gerekmez. Bu yaklaşımıyla Mâturîdîye’nin Mu’tezile ile Eş’arîye
arasında orta bir yol takip ettiğini söylemek mümkündür.
Kelamcıların gündeme getirdikleri haliyle hüsün ve kubuh
incelemeleri bir ahlak teorisi geliştirmek için tek başına yeterli olmayıp
teorinin sadece bir dayanağını oluşturmaktadır. Ahlak teorisiyle ilgili
yükümlülük, sorumluluk ve ahlak yasası hüsün ve kubuh meselesiyle
ilişkilendirilebilse de ahlak teorisinin diğer dayanakları olan özgürlük,
müeyyide ve huyların kaynağı konuları ayrıca temellendirilmek durumundadır.
Bunlardan özgürlük ve müeyyide bir şekilde dinî naslardan hareketle kelâmî
çerçeve içinde teorinin birer unsuru haline getirilebilir; fakat huyların
kaynağı ve değişebilirliği meselesi felsefenin nefis temelli ahlak teorilerinin
desteğini gerektirmektedir. Bu araştırmayla biz, hüsün ve kubuh meselesinin,
ahlak teorilerindeki diğer esasların da katılımıyla kelâmî nitelikli bir ahlak
teorisi geliştirmede önemli bir temel oluşturacağını tespit ettik ve bunun üç
itikadî İslam mezhebi açısından nasıl temellendirileceğini ortaya koymuş olduk.
Mihne süreci, İslam Düşünce Tarihi açısından en ciddi kırılma noktalarından birisidir. Bilimsel olarak tartışılan Halku’l-Kur’an konusunun bir devlet politikası haline getirilerek uygulanmasının bedeli çok ağır olmuştur. Mihnenin en ciddi etkilerinden birisi, Müslümanların tarih algılarını hem geçmişe, hem de geleceğe yönelik olarak ve gerçekte yaşanılanlarla irtibatı düşünülmeksizin değiştirmiş olmasıdır. Bu süreç, artık farklıkların zenginlik olarak anlaşılması imkânını ortadan kaldırmış; ilmi çerçevede süren tartışmalar, travmaya dönüşen mihne sürecinde yaşananlarla birlikte anlam ve önemini yitirmiş, Ehl-i Hadis zihniyeti Müslümanların din anlayışına damgasını vurmuştur. Mütevekkil, karşı mihne hareketi ile Mu’tezile kelamını, eserlerinin ve fikirlerinin okutulmasını ve öğrenilmesini tamamen yasaklamış, buna uymayanları cezaya çarptırmıştır. Ehl-i Sünnet‛ kavramı ve bu kavram etrafında şekillenen akide anlayışı büyük ölçüde mihneden sonra Hanbelîler’in eliyle uygulanan‚ Karşı Mihne‛nin gölgesinde oluşturulmuştur. Muhtemelen bu sebeple olmalıdır ki Ehl-i Sünnet içerisinde de muhalif ses ve görüşlere karşı ciddi bir tahammülsüzlük daima var olagelmiştir.
Mihne uygulamaları aslında teorik ve teolojik olmanın yanında daha çok sosyo-politik bir çatışmadır. Teorik tartışmalar büyük oranda bir kamuflaj mesabesindedir. Mihne uygulamaları hem siyasî tarihte hem de düşünce tarihinde bir dönüm noktasını oluşturmuş; deyim yerindeyse, İslam düşüncesinin seyrini değiştirmiştir. Her şeyden önce mihne döneminin Ehl-i Hadis’in zaferiyle bitmiş olması, bundan sonraki süreçte onların baskın unsur olmasını, karşıtları olan Mu’tezile’nin de tedrici olarak yok olmasını veya diğer mezhepler içinde erimelerini getirmiştir. Diğer taraftan Mihne, Hanbelîlik diye bir akide mezhebini de çıkarmıştır. Bütün bunların sonucunda Ahmed b. Hanbel ve özellikle de onun taraftarları mihne sonrası süreçte adeta mihnenin rövanjını almış, kendileri gibi olmayanlara, düşünmeyenlere hayat hakkı tanımamışlardır. Bu uygulamalar neredeyse o günden bu yana imkân ve fırsat buldukları her dönemde devam etmiştir. Bu tavır günümüzde de bir zihniyet olarak etkinliğini devam ettirmektedir.
Abbasi Hilafeti’nin desteğini arkalarına alan Hanbelîler, özellikle Bağdat’ta Ehl-i Sünnet’in tek temsilcisi haline gelmişler; toplumda ‚dinî-siyasî bir muhalefet partisi‛ rolü oynamışlardır. Hanbelîler aynı zamanda Abbasi hilafeti ile yakınlaşmış, özellikle Kâdîrî itikad bildirgeleri ile birlikte Hanbelîlik hilafetle entegre olarak ‚devletin resmi mezhebi‛ haline gelmiştir.
Halife Kâdir’in uygulamaları da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Halife Kâdirbillah döneminde cereyan eden dini ve siyasi hadiseler, onun takip ettiği politikalar ve bunların ilk defa bir halife tarafından yazılı metin haline getirilerek devlet eliyle topluma dayatılmasının ilk örneği olarak ortaya çıkan el-İ’tikâdu’l-Kâdirî metni Ehl-i Hadis/Hanbelî akidesinin tespit edildiği bir metin olarak görünmektedir.
Bu tarihi hadiselerden anlaşıldığı kadarıyla, Halife Kâdirbillah’ın Ehl-i Sünnet inancının korunması ve müdafaasına yönelik politikası ve bunun merkezine yerleştirilen, Abbasi hilafetinin gücünü ve otoritesini yeniden tesis etmeyi amaçlayan siyaseti daha sonra oğlu Kâimbiemrilah döneminde de devam etmiştir. Gerçekte ‚Kâdirî Akidesi‛, bir yandan Hanbelî akaidi çerçevesinde Sünnî inançları ve anlayışı yansıtan, diğer yandan hem Şiî, hem Mu’tezîlî ve hatta Eş’arî doktrinlerine de karşı ve muhalif; ama aynı zamanda siyasî hüviyeti olan bütün Müslümanların inanç esasları olarak sunulan bir amentü/deklarasyon idi. Bütün bunlar çerçevesinde V/XI. asırdaki Sünnî yükseliş hareketini, geleneksel ve muhafazakar İslam anlayışı‛nın, siyasî vedinî bakımdan hâkim konuma gelmesi olarak görmek mümkündür.
Bugün çağdaş Selefilerin yaptıkları faaliyet ve eylemler sayesinde Ehl-i Hadis/Hanbelî zihniyet neredeyse bütün dünyada kendisinden söz ettirmekte ve etkili olmaktadır. Dolayısıyla, Mu’tezile’nin kendi felsefî/akidevî yorum ve anlayışlarını devlet otoritesini kullanarak zorbaca uygulamalarla halka benimsetme çabalarının bir ürünü olan mihne daha sonra bir karşı mihne‛ hareketine dönüşerek uzun süre aksi istikamette devam ettirilmiştir. Halife Kâdirbillah’ın uygulamaları ve Kâdiri İtikadı’nı da bu sürecin bir parçası olarak değerlendirmek mümkündür.
PEYGAMBERLERİ TASDİK ARACI OLARAK MUCİZELER
dergİabant (AİBÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi),
Bahar 2015, Cilt:3, Yıl:3, Sayı:5, 3:1-31
İslam inançlarını açıklama ve savunma görevini üstlenen
kelam ilminin önemli konularından biri de nübüvvet konusudur. Kelamcılara göre
Allah’ın peygamberler göndermesi mümkündür. Diğer bir ifade ile peygamberlik, mümkinu’l-vücûddur,
yani peygamberlerin varlığı imkân dâhilindedir ve câizdir. Zira akıl
peygamberliğin mümkün olabileceğini, Allah’ın seçtiği bazı kimseleri insanlara
gönderebileceğini kabul eder. Allah bu şekilde görevlendirdiği elçileri
aracılığı ile tekliflerini kullarına bildirir. Bu durumda, Allah’ın varlığına
ve O’nun insanlara teklifte bulunabileceğine inanan kimse, Allah’ın peygamber
göndermesini de kabul etmiş olur. Çünkü Allah’ın emir ve nehiylerini insanlara
ulaştırabilecek olanlar peygamberlerdir. Bu anlamda Allah ile insanın iletişimi
vahiy aracılığıyla gerçekleşir. Peygamber, insan-Allah ilişkisindeki
taraflardan ve doğal olarak bu iletişimin ana unsurlardan biridir.
Peygamberlik mümkün ise, peygamberlik iddiasında bulunan
kimsenin gerçek peygamber olduğunun delili nedir? Peygamberlik iddiasında
bulunan herkes peygamber midir? İnsanlar bir peygamberin peygamber olduğunu
nasıl bilecekler ve kendilerine ulaşan mesajın, bizzat Allah tarafından
gönderildiğine nasıl inanacaklar? Kelâmcılar, bu tür sorulara büyük ölçüde
“mucize”ye dayanarak cevap vermektedir. Özellikle Kelam literatüründe peygamber
el-müeyyed bi’l-mucize (mucize ile desteklenmiş) şeklinde tanımlanır.
Dinî bir terim olarak mucize, kelam literatüründe
"peygamberlik iddia eden bir zatın elinde inkârcılara meydan okuduğu
sırada, kendisini doğrular mahiyette başkalarının, benzerini yapamadıkları
olağanüstü bir şeyin ortaya çıkması" şeklinde tarif edilmiştir. Diğer
insanlar bu tür olayların benzerlerini getirme konu Aslında mucizede insanları aciz bırakan Allah’tır.
“Peygamberin mucizesi” ifadesi mecazen söylenebilir. Gerçek manada bu
isimlendirmenin yapılması doğru değildir. Mucize Allah’ın fiilidir. Allah’ın
onu peygamberlerin elinde gerçekleştirmesinin nedeni, onların peygamberliğini
teyit etmek içindir. Vahiy geleneğinde Allah her peygambere farklı ve zamanına
göre mucizelerle destek olmuştur. Bu farklılık peygamberlerin siretlerinden ve
Kur’an’daki peygamber kıssalarından açıkça anlaşılabilir.
Mucizenin tanımı dikkate alındığında, peygamberliği ispata
yönelik mucizenin iki temel özelliğinin bulunduğu görülür: Birincisi,
inkârcıların mucize isteği, ikincisi ise benzerini ortaya koyma konusunda
insanlara meydan okumadır. Kelamcıların, Kur'an'daki mucize takdimini esas
alarak yaptıkları bu tanımlamada yer alan meydan okuma ve talep unsuru bir
peygamberde görülebilen bazı olağanüstü şeylerin hangi anlamda algılanacağı
hususunda büyük önem arz etmektedir.
Kelamcılar mucizeyi, genel olarak aklî ve hissî olmak üzere
iki gruba ayırırlar. Dolayısıyla, herhangi bir peygambere nispet edilen
olağanüstü bir şeyin mucize olarak kabul edilmesi için her şeyden önce onun
meydan okumanın hemen ardından meydana gelmesi; ikinci olarak, şayet duyulara
hitap eden bir olay ise oluş itibarıyla insanların onu duyu organlarıyla bizzat
algılamaları gerekir. Bu tür mucize örnekleri Kur’an’da çokça yer almaktadır.
Aklî mucize ise muhataplarının akıl ve muhakemelerine hitap
eder. Kur'an Hz. Peygamber'in aklî bir mucizesidir. Zira Resulullah bu yüce
kitap ile meydan okumuştur. Oluş biçimi itibarıyla tanıma uygun olarak
muhatapların özellikle akıl ve muhakemelerine hitap etmiş; benzerini getirme
konusunda meydan okumuştur. Hz. Muhammed'e nispet edilen göğsünün açılması,
ayın yarılması, gayptan haber vermesi, isra ve meleklerin yardımına mazhar
olması gibi olaylar ise, muhtevalarında meydan okuma unsuru bulunmadığı için
mucize olarak değerlendirilemezler. Ayrıca isra ve meleklerin yardımı
meselesinde, olayı duyularla algılama da söz konusu değildir.
Allah'ın kelamı olması ve sübut bakımından herhangi bir
problemi bulunmaması sebebiyle, mucize konusu Kur'an ağırlıklı olarak
incelenmiştir. Ayetlerin ifadelerine göre Yüce Allah geçmiş peygamberlere hitap
ettikleri toplumların kültür seviyelerine uygun biçimde çeşitli mucizeler
vermiştir. Vahiy geleneğinin ve peygamberlerin son halkası olan Hz. Muhammed'e
gelince, muhataplarının ısrarlı isteklerine rağmen, ona daha önceki
peygamberlere verildiği gibi hissî mucizeler verilmemiş, iman etmek isteyenler
için Kur'an'ın yeterli olduğu bildirilmiştir. O bütün insanlığa kendisine
mucize olarak verilen “Kur’an-ı Kerim”le meydan okumuş ve onları İslam’a davet
etmiştir. O, teorik ve pratik bilgileri, gerek fesahat ve belâgatı ve gerekse
geçmiş ve geleceğe yönelik haberleri vermesi bakımından mucize bir kitaptır.
Bazı Kur'an ayetlerinden sunda aciz olmaları peygamberi tasdik etmelerine yol
açmaktadır.
Aslında mucizede insanları aciz bırakan
Allah’tır. “Peygamberin mucizesi” ifadesi mecazen söylenebilir. Gerçek manada
bu isimlendirmenin yapılması doğru değildir. Mucize Allah’ın fiilidir. Allah’ın
onu peygamberlerin elinde gerçekleştirmesinin nedeni, onların peygamberliğini
teyit etmek içindir. Vahiy geleneğinde Allah her peygambere farklı ve zamanına
göre mucizelerle destek olmuştur. Bu farklılık peygamberlerin siretlerinden ve
Kur’an’daki peygamber kıssalarından açıkça anlaşılabilir.
Mucizenin tanımı dikkate alındığında, peygamberliği ispata
yönelik mucizenin iki temel özelliğinin bulunduğu görülür: Birincisi,
inkârcıların mucize isteği, ikincisi ise benzerini ortaya koyma konusunda insanlara
meydan okumadır. Kelamcıların, Kur'an'daki mucize takdimini esas alarak
yaptıkları bu tanımlamada yer alan meydan okuma ve talep unsuru bir peygamberde
görülebilen bazı olağanüstü şeylerin hangi anlamda algılanacağı hususunda büyük
önem arz etmektedir.
Kelamcılar mucizeyi, genel olarak aklî ve hissî olmak üzere
iki gruba ayırırlar. Dolayısıyla, herhangi bir peygambere nispet edilen
olağanüstü bir şeyin mucize olarak kabul edilmesi için her şeyden önce onun
meydan okumanın hemen ardından meydana gelmesi; ikinci olarak, şayet duyulara
hitap eden bir olay ise oluş itibarıyla insanların onu duyu organlarıyla bizzat
algılamaları gerekir. Bu tür mucize örnekleri Kur’an’da çokça yer almaktadır.
Aklî mucize ise muhataplarının akıl ve muhakemelerine hitap
eder. Kur'an Hz. Peygamber'in aklî bir mucizesidir. Zira Resulullah bu yüce
kitap ile meydan okumuştur. Oluş biçimi itibarıyla tanıma uygun olarak
muhatapların özellikle akıl ve muhakemelerine hitap etmiş; benzerini getirme
konusunda meydan okumuştur. Hz. Muhammed'e nispet edilen göğsünün açılması,
ayın yarılması, gayptan haber vermesi, isra ve meleklerin yardımına mazhar
olması gibi olaylar ise, muhtevalarında meydan okuma unsuru bulunmadığı için
mucize olarak değerlendirilemezler. Ayrıca isra ve meleklerin yardımı
meselesinde, olayı duyularla algılama da söz konusu değildir.
Allah'ın kelamı olması ve sübut bakımından herhangi bir
problemi bulunmaması sebebiyle, mucize konusu Kur'an ağırlıklı olarak
incelenmiştir. Ayetlerin ifadelerine göre Yüce Allah geçmiş peygamberlere hitap
ettikleri toplumların kültür seviyelerine uygun biçimde çeşitli mucizeler
vermiştir. Vahiy geleneğinin ve peygamberlerin son halkası olan Hz. Muhammed'e
gelince, muhataplarının ısrarlı isteklerine rağmen, ona daha önceki
peygamberlere verildiği gibi hissî mucizeler verilmemiş, iman etmek isteyenler
için Kur'an'ın yeterli olduğu bildirilmiştir. O bütün insanlığa kendisine
mucize olarak verilen “Kur’an-ı Kerim”le meydan okumuş ve onları İslam’a davet
etmiştir. O, teorik ve pratik bilgileri, gerek fesahat ve belâgatı ve gerekse
geçmiş ve geleceğe yönelik haberleri vermesi bakımından mucize bir kitaptır.
Bazı Kur'an ayetlerinden nlaşıldığına göre Yüce Allah Hz. Peygamber ile yeni
bir dönem başlatmıştır. Buna göre Resulullah ile birlikte birtakım
olağanüstülüklerin yaşandığı dönemler sona ermiş, tebliğin sürekliliğini ve
evrenselliğini sağlamak üzere akıl ve bilgi süreci başlatılmıştır. Bize göre,
peygamberliği kıyamete kadar sürecek olan ve tüm insanlara gönderilmiş bulunan
bir peygamberin mucizesinin de kıyamete kadar kalıcı, her dönemde algılanıp
anlaşılacak, sahibinin peygamber olduğunu ispat için başvurulabilecek sürekli
ve kalıcı bir mahiyette olması gerekirdi. Nitekim öyle de olmuş, Yüce Allah son
Peygamber'ine mucize olarak Kur'an'ı vermiştir. Hz. Peygamber de kendisinden
önceki peygamberlere birtakım mucizeler verildiğini, kendi mucizesinin ise
Kur'an'dan (vahiy) ibaret olduğunu, bu yüzden de ümmetinin, diğer
peygamberlerinkinden daha fazla olacağını umduğunu bildirmiştir.
Kur'an ve ona paralel olan Hz. Peygamber’in dilinde
(sünnette) durum bu merkezde iken, rivayetlerde, Hz. Peygamber'in mucizelerini
sayarak onun diğer peygamberlerden daha üstün olduğunu ispat etmeye yönelik
olarak, ümmetin ona olan sevgi, saygı ve bağlılığını arttırma amacıyla yazılan
kitaplarda ve bu arada müşterek kültürün bir yansıması bakımından bir ölçüde
de kelam kitaplarında Resulullah'a Kur'an dışında birtakım hissi mucizeler
nispet edilmiştir. Toplam sayısının binleri bulduğu iddia edilen ve neredeyse
Resulullah'ın yirmi üç yıllık peygamberlik hayatının her gününü dolduran bu
mucize anlayışının, Kur'an ile çeliştiği açıktır. Bazı İslam âlimlerinin,
bazı sahabelerin gözlem ve anlayışlarını yansıttığı anlaşılan ve tamamı
itibarıyla kesin bilgi ifade etmeyen birtakım rivayetlere dayalı bulunan bu tür
olayların nakledilmesinin râvîlerince savunulacak makul ve geçerli sebepleri
bulunmalıdır. Bize göre bu sebeplerinin en önemlisi, insanların peygamberi
yüceltme duygusu ve olağanüstüye yönelik arzu ve merakı gibi saiklerle bazı
ayetlere amacı aşan anlamlar yüklemeleri veya bu ayetler için farklı sebeb-i
nüzul arayışına girmeleridir. Dolayısıyla sıradan olaylar bazı kimseler
tarafından abartılarak anlaşılmış ve aktarılmış ya da eski dinlere mensup olan
bazı kimselerin müslümanlığı kabullerinden sonra, eski dinlerinin peygamber ve
azizleriyle ilgili olarak anlattıkları efsaneler karşısında, İslam
Peygamberi'ne ait Kur'an mucizesi, avam için yetersiz görülmüş olmalıdır. Böyle
bir anlayışı yansıtan ve Hz. Muhammed'e, diğer peygamberlere verilen her türlü
mucizenin en büyüğünün verildiği temasını işleyen eserlerin telif yoğunluğunun
böyle bir döneme rastlaması, bu görüşümüzü doğrulamaktadır.
Kur'an'da zikredilen ayın ikiye bölünmesi, gayptan haber
verme, göğsün açılması, ilahi teyide mazhar olma ve isra olaylarına dair
ayetlerin taşıdıkları manaların anlaşılmasında, zamanla anlam sapmaları
yaşanmıştır. Buna yol açan rivayetlerin birçoğunun senet bakımından istidlale
elverişsiz ve bütünüyle haber-i vahid durumunda olması yanında öz ve metot
itibarıyla Kur'an ile çelişir bir mahiyet arz etmeleri de bu rivayetler
hakkında şüphe duyulmasını gerektirmektedir. Kur'an'da yer alan söz konusu
olaylar, Kur'an ve kelam literatüründen yansıyan mucize kriterlerine
uymamaktadır. Sonuç olarak Hz. Peygamber'in yegâne mucizesi, aklî bir mucize
olan Kur'an'dan ibarettir. Mucize gibi algılanan diğer olayların ise, ilahi
birer lütuf, yardım ve işaret olarak kabul edilmeleri daha makul görünmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder