1970’lerin ortalarından itibaren Kur’an’ı anlama çabalarına başlarken ilk okuduğumuz metinlerden birisi, Mevdudi’nin muhtemelen Tefhim’ul Kur’an adlı eserinden tercüme edilmiş “Kur’an’ın Anlaşılmasına Doğru” başlıklı nispeten kısa bir metindi. O zamanın basılmamış metinleri için kullanılan deyimiyle bir “teksir”di.
Tefhim (anlaşılma) kelimesinin ilham kaynağı o nedenle bir anlamda Tefhim’ul Kur’an’a dayanıyor.
Bu yazının başlığına ilham veren ikinci önemli metin ise Yusuf Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’idir. O metin de Türk siyasi hayatının anlaşılması açısından önemli bir yere sahiptir.
Bu yazıya başlık olarak, bu iki metinden mülhem olarak Üç Tarz-ı Tefhim (Üç Anlama Yöntemi) adını verdim.
Türkiye’de 1960’lara kadar tartışma daha çok genel bir İslam anlayışı etrafında cereyan ediyor, Kur’an’a özel vurgu yapan baskın bir eğilim, bir hareket veya anlayış görülmüyordu.
Geleneksel İslam anlayışının hakim olduğu bu dönemde, halk İslam’ı ile ulemanın İslam’ı arasında çok önemli farklar vardı.
Halk İslam'ı daha çok mezhep süzgecinden geçmiş ve topluma mal olmuş, bir anlamda standardize edilmiş İslam'dı. Sıradan halkın aslında derinlemesine bir dini eğitimi ve bilgi birikimi de yoktu. O nedenle de halkın dini bilgisi oldukça sade ve sınırlıydı. Bu birikim imanın şartları, İslam'ın şartları, namazın ve orucun şartları gibi 32 farz etrafında şekillenen bir bilgi birikimiydi. Din demek 32 farz demekti. Öyle ki, 32 farzı bilmeyenin nikahının bile kıyılmadığı söylenirdi. Bu tabii ki kitabi bir bilgi değildi, özünde şifahiydi, ama nesilden nesile aktarılan ve gelenekle iç içe geçmiş çok güçlü bir arka planı vardı. Kimse alimlerin tartıştığı meseleleri bilmiyordu. Halk tabii ki kelami tartışmaları bilmiyordu, ama güçlü bir imana sahipti.
İşte bu nedenledir ki Cumhuriyet döneminde yeni rejimin karşı karşıya olduğu en büyük tehlikelerden biri de şeriatın geri getirilmesi olarak görülmüştür. Cumhuriyet rejimi eskiye veya geriye dönüş, yaygın deyimiyle irtica olarak gördüğü şeye düşmandı. O düşman Osmanlı’da uygulandığı ve Cumhuriyetle birlikte de ortadan kaldırıldığı söylenen “şeriat” idi.
Şeriat kelimesine o kadar negatif anlamlar yüklenmişti ki, insan herhangi bir nedenle şeriat kelimesini ağzına almaktan dahi korkardı.
Benim çocukluğumda ve hatta ilk gençlik yıllarımda dahi (yani 1960’lar-1970’lerde) durum böyleydi. Dolayısıyla, özellikle 1960’lara kadar, İslam denince “şeriat” anlaşılmıştır. O dönemde, halkın kafasındaki İslam da budur, devleti yönetenlerin ve özellikle yeni dönemin destekçisi aydınların zihnindeki İslam da şeriattan ibarettir. Hatta ‘İslam şeriatı’ tabiri bile kullanılmaz, sadece ‘şeriat’ kelimesi kullanılmakla yetinilirdi.
Cumhuriyet dönemi yöneticileri zihinlerindeki bu öcü ‘şeriat tehlikesine’ karşı, Kur’an’ın merkez alındığı bir dini söylemi tercih etmişlerdir bile denebilir.
Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun zihninde muhtemelen şöyle bir şey vardı: “Şeriat denilen şey, çağdaş dünyada kabulü imkansız, medeniyetin o gün için gittiği istikamete ters, tarih içinde oluşmuş bir kötülükler yumağı, şu veya bu sebeple bir nefret objesi haline getirilmiş olan Arapların adet ve uygulamalarından kaynaklanan, insanlık onuruyla bağdaşmayan bir kurallar bütünüydü. Oysa Kur’an’da anlatılan İslam şeriattan farklı, kabul edilebilir, medeniyetle kabili telif bir şeydi.”
Yeni rejimin yönlendiricileri, muhtemelen kısmen böyle bir düşünceden hareketle, kısmen de yeni bir ulus inşa etme çabalarının bir sonucu olarak, Arapçanın ve Arap kültürünün etkisini ortadan kaldırmak, ibadetin Türkçe yapılmasını sağlamak gibi amaçlarla Türkçe Kur’an meali ve tefsiri hazırlanması çabalarını desteklemiş veya teşvik etmişlerdir. Daha doğrusu bu yaklaşım, yeni inşa edilmek istenen Türk toplumunun her şeyinin ‘Türk’ ve ‘Türkçe’ olması anlayışının bir sonucudur denilebilir. Zira nasıl ki, Türk’e mahsus bir ‘tarih’, Türk’e mahsus bir ‘dil’, Türk’e mahsus bir ‘toplum’ inşa etmeyi hedefliyorlarsa, inşa edilen bu yeni Türk toplumunun dini de ezanı, ibadetleri ve duaları da Türkçe olmalıydı. Bir anlamda Lutheryen bir din oluşturma çabası da denebilir buna.
Kanaatimce, daha Cumhuriyet’in başlangıcında, Kur’an’ın tercümesi konusunda M. Akif’in, Türkçe bir Kur’an tefsiri yazılması konusunda da M. Elmalılı’nın görevlendirilmesi çabaları bu anlayışın bir sonucudur.
Cumhuriyet’i kuran kadronun bu İslam, Kur’an ve şeriat anlayışlarının ne kadar doğruyu yansıttığı, amaçladıkları şeye ulaşıp ulaşamadıkları ayrı bir tartışma konusudur. Bununla birlikte hem onların zihnindeki İslam hem de halkın zihnindeki İslam anlayışı bir anlamda şeriattan ibaret idi.
Anadolu’da yaygın olan bu İslam anlayışının yanında, tarikatlar, tekke ve zaviyeler yoluyla topluma nüfuz etmiş ve Anadolu’nun İslamlaşmasında başat rolü oynamış olan ve biraz daha koyu dindarlığı temsil eden, özünde tasavvufa dayanan bir başka anlayış daha vardı.
Cumhuriyet rejimi bunlara karşı hiçbir müsamaha göstermeksizin toptan yasaklama yoluna gitti.
Bununla birlikte, Diyanet teşkilatı kurulurken farklı bir yaklaşım sergilenmiş, dini hayatın en azından devletin kontrolünde ve muhtemelen Hanefilik ekseninde devam ettirilmesi öngörülmüştü.
Kurulan bu yeni düzen çok fazla değişmeden 1960’lara kadar geldi. Bu tarihten itibaren hava değişmeye başladı. Bunun sebepleri arasında, 1960 Anayasasının nispeten özgürlükçü bir ortam getirmesi, Türkiye’nin Batı dünyasıyla ilişkilerinin giderek yoğunlaşması, dolayısıyla Batı dünyasıyla düşünsel etkileşimin artması ve bizim dışımızdaki İslam dünyasındaki bağımsızlık mücadelelerinin olumlu sonuçlar vermesi, bunun sonucunda yeni devletlerin kurulması veya var olanların bağımsızlıklarını elde etmesi, bu süreçlerin bir sonucu olarak da oralarda İslam, din, yenileşme, modernleşme, dine dönüş, İslam ekonomisi vb. tartışmaların yoğunlaşmasıdır.
Bu genel hava içinde Türkiye’de özellikle yoğun bir tercüme faaliyeti başladı. Daha doğrusu diğer İslam ülkelerinde yayımlanan eserlerin Türkçeye tercüme edilmesi şeklinde çalışmalar yoğunlaştı.
Bu tercüme faaliyeti Türkiye'deki geleneksel İslam anlayışında köklü değişikliklerin oluşmasına yol açtı, İslami bilinçlenme denilebilecek bir süreci başlattı, İslami hareketler, gruplar çoğalmaya, bu yeni fikirler etrafında İslami camia çeşitlenmeye başladı. Tartışmalar yoğunlaştı, İslami camianın kendine olan güveni giderek arttı.
Yepyeni bir dönem başlamıştı artık. Yeni bir dönem, yeni bir dünya.
(Devamı var)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder