
Etienne de La Boétie, 1530 yılında Fransa’da
doğmuş, Orléans Ünivesitesi’nde hukuk öğrenimi görmüş, 1554’te Bordeaux
Parlamentosu’nda danışmanlık görevine kabul edilmiş, 1563 yılında 33 yaşına
basmadan ölmüş.
Son yıllarda Fransa’da yeniden
keşfedilmeye başlanan bir XVI. yüzyıl düşünürü Etinne de La Boétie.
Fransız Calvincileri olan Huguenot’lardan
cumhuriyet yandaşlarına, 1789 devrimcilerinden XIX. yüzyılın “yükselen”
proletaryasına kadar çeşitli güçler, Söylev’i kurulu düzene, siyasal
iktidara karşı çıkış duygularını dile getirip pekiştiren bir yapıt olarak
algılamışlar ve onu bu şekilde okumuşlardır.
Oysa La Boétie militan bir tutum
takınmamıştır. Söylev’i siyasal arenada çarpışan taraflardan birini
desteklemek amacıyla kaleme almamıştır. Eseri ne tiranlığın ya da monarşinin
yergisi, ne de cumhuriyetin ya da demokrasinin övgüsüdür.
La Boétie “insanların nasıl olup da
itaat ettikleri, üstelik itaat etmekle kalmayıp boyun eğmeyi, hatta kulluk
etmeyi arzuladıkları” sorununu eserinin odak noktasına yerleştirmiştir.
Boétie, tüm siyasal rejimlerin ya da tüm siyasal iktidar biçimlerinin aynı kapıya çıktıkları, yani hepsinin kötü oldukları inancını taşımaktadır. Fakat böylesine olumsuz bir görüşü benimseyen yazarın “radikal bir anarşist” tutumu takınarak her türlü otoriteyi inkar ettiği sanılmasın. Örneğin, aile içinde oluşan iktidar ilişkilerine karşı değildir; dahası, aile büyüklerine itaat etmenin insanın doğal yapısından kaynaklandığını ve aklın buyruğuna uygun düştüğünü açıkça belirtmektedir.
Machiavelli için siyasal iktidar ya
vardır ya da yoktur; var olduğu anda ise meşrudur. Bu açıdan iyi veya kötü
şeklinde ahlaki bir sınıflandırma yapmak gereksizdir. La Boétie’ye göre ise
haklı gösterilebilecek hiçbir siyasal rejim yoktur, hepsi kötüdür. Hükmetme
yetkisinin bir tek kişinin ya da bir çoğunluğun elinde olmasının, iktidar
sahiplerinin bu konumlarını ister fetih ya da kalıtım yoluyla, ister halkın
seçimi sayesinde elde etmiş olmalarının en ufak bir önemi yoktur. Çünkü siyasal
iktidarın özü hiçbir zaman değişmez; biçimi ne olursa olsun, özü tiranlıktır
hep.
Ona göre siyasette ahlaki olan ya da
olabilecek hiçbir şey yoktur. Bu nedenle siyasal alana ahlaki kuralların
uygulanması hiçbir sonuç getirmez.
Bir Rönesans hümanisti olan La
Boétie’ye göre, insanın ne olduğu ne gibi bir doğaya sahip bulunduğu sorunu
yanıtlanmadan, siyasal iktidarı ve bunun kurumsallaşmış şekli olan devlet
mekanizmasının işleyişini anlamak mümkün değildir. Bu bağlamda La Boétie,
devleti doğal bir gerçek olarak kabul eden düşünceden bütünüyle ayrılmaktadır.
Devletin bireylerden bağımsız bir varlığı olmadığından başka, insan da
Aristoteles’in zoon politikon (siyasal hayvan) yakıştırmasına hiç
uymaz. İnsan doğasında siyasallığa ilişkin hiçbir şey yoktur, yani siyasetin
özünü oluşturan hükmetmeye ve özellikle boyun eğip kul olmaya doğru bir eğilim
bulunmaz.
La Boéti’ye göre insanın doğası
özgürlüktür. İnsan dünyaya özgür olarak gelmiştir, ama Rousseau’nun “insan
özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” deyişini andırırcasına, La
Boétie için de bu ilk özgün özgürlük yitirilmiş, insan yozlaşmıştır. Bu
yozlaşma öylesine büyük boyutlardadır ki, insan, değil özgürlüğünü korumak, onu
hatırlamamaktadır bile. Üstelik boyun eğmeye rıza göstermekle kalmayıp, kulluğu
sevip ona gönülden bağlanır. Özgürlüğünü yitiren bu insan, aynı zamanda
insanlığını da yitirir, kendi benliğini inkar etmeye kadar gider, doğasının
değişmesi sonucu bir hayvan bile değildir artık. Çünkü hayvanlar, insanlardan
farklı olarak, özgürlüklerini hiçbir şeye değişmezler, zorlamayla
özgürlüklerini yitirseler bile kul-köle olma durumunu asla benimsemezler ve
gönülsüzce hizmet ederler. Oysa insanlar kulluğu gönüllü olarak benimserler.
İnsanların yönetenler ve
yönetilenler şeklinde ikiye ayrıldığı her toplum bir kulluk toplumudur. Ona
göre iyi toplum, doğaya, akla uygun olarak, yönetenler, yönetilenler ayırımının
oluşmadığı ve insanların siyasal iktidarca bir koyun sürüsü konumuna
indirgenmediği bir toplumdur.
La Boétie, halktan umudunu kesmiştir,
çünkü siyasal iktidarla birlikte insanın yozlaşması öylesine büyük boyutlara
ulaşır ki, halktan bir karşıt eylem beklemek bile boşunadır artık. Ona göre
halkın içine düştüğü hastalık, yani bu gönüllü kulluk durumu, öldürücüdür,
iyileşme umudu hiç yoktur. Bu bağlamda La Boétie’nin kötümser bir düşünür
olduğu ileri sürülebilir.
İktidarın en bariz vasfı baskıdır,
şiddettir, ama hiçbir siyasal iktidar sadece baskı ve şiddetle varlığını
sürdüremez. Yönetilenlerin iktidarı meşru olarak görmeleri de gerekir. Siyasal
iktidar varsa, insanlar onu isteyip onadığı için vardır. Bundan dolayı siyasal
iktidarın varlığı, prensin, yönetenin değil, halkın istencine bağlıdır.
İnsanların içinde bulundukları
durumu doğal karşılayıp benimsemeleri için onlara belli bir dünya görüşü
aşılamak gerekir. Bu ideolojik işlevi yerine getiren de siyasal iktidardır. La
Boétie, tıpkı Platon gibi, ideolojik koşullandırmanın ancak istenilen kalıba
sokulabilecek ikinci kuşak üzerinde etkili olabileceğini de ekler: “... Bundan
sonra gelen kuşak, özgürlüğü hiç görmeyip tanımadığından dolayı, pişmanlık
duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine
getirir.” Dolayısıyla bu insanlar, siyasal iktidarı yıkmaya yönelik herhangi
bir eyleme kalkışamazlar. Böyle bir eylemin gerektirdiği özgür düşünceden,
özgür iradeden yoksundurlar; kurulu düzeni sevip benimsemekte ve sürdürdükleri
yaşamın dışında başka yaşam biçimleri olduğunu ya da olabileceğinin bile
farkına varamamaktadırlar. Bu sonucu yaratan şey ise ideolojik söylemdir.
İşte bundan dolayıdır ki, siyasal
iktidar özgürlüğü ortadan kaldırmakla yetinemez; gerçeği çarpıtarak
bağımlılığın özgürlük şeklinde algılanmasına çalışmak ve bunu gerçekleştirmek
zorundadır. Bunu gerçekleştirebildiği için de vardır.
Yöneten sınıf çeşitli aygıtlar
aracılığıyla toplumun kültürel yönetimini elinde tutarak hegemonyasını
gerçekleştirir. Halk kitleleri üzerinde entelektüel bir denetim kurulur.
İdeolojik yönlendirme-güdümleme yoluyla onlara yeni değerler, yeni bir “dünya
görüşü” (Weltanschauung) benimsetilir. Böylece kitlelerin, toplumun
(yönetenler-yönetilenler biçimindeki) bölünmüşlüğünü haklı görmeleri ve kurulu
düzeni onaylamaları sağlanmış olur.
Eğitim ve ideoloji sayesinde
özgürlüğü unutan ve kul-köleliği benimseyen insanlar, “ağızlarına çalınan iki
parmak bal ile” içinde bulundukları duruma gönülden bağlanıp onu kendi
arzularıyla sürdürürler. İktidarın başvurduğu yöntemlerden ilki, halkın zevk ve
eğlenceye düşürülmesi, boş şeylerle oyalanmaya yönlendirilmesidir.
İktidar, halk için yeni bir yaşam
biçimi ve buna uygun bir ideolojik kültürel yapı oluştururken, bu amacın
gerçekleştirilmesinde ise kendisine bağlı aydınlardan yararlanır.
İdeolojik söylemler, pratikler ve
çeşitli yöntemler (örneğin iktidar sahiplerinin Asur kralları ya da Orwell’in big
brother’ı (büyük biraderi) gibi kendilerini halka hiç göstermemeleri ya
da günümüz devlet adamlarının gelişmiş kitle iletişim araçları yoluyla sürekli
kendilerini gösterip kişilere doğrudan doğruya hitap etmeleri gibi farklı,
hatta karşıt yöntemler), iktidar üzerinde olumlu bir inancı ya da daha doğrusu
salt bir biçimde iktidar inancını yaratır, besler ve yeniden üretir. Demek ki
iktidarın hegemonik olmasıyla birlikte insanlar iktidara yalnızca fiziksel
olarak değil, duygusal olarak da bağlanırlar ve bunun sonucunda iktidar
olgusunun içerdiği kulluk-kölelik ağının içine kendi istekleriyle saplanıp
kalırlar. Ancak buraya kadar anlattıklarımız gönüllü kulluğu açıklamada yeterli
değildir. Bunun gerçekleşmesi için gereken zorunlu bir koşul daha vardır: Siyasal
iktidarın kurumsallaşarak merkezileşmesi ve egemen devlet olarak belirmesidir.
Bodin, Hobbes gibi modern siyasal
düşün adamları, devlet gücü kuramını tiranlığa karşı kurarlarken, La Boétie
onlardan farklı olarak bu gücün doğası gereği ister istemez tiranlığı
içerdiğini ileri sürer. İktidarın babadan oğula geçmesi ya da halkın seçimiyle
belirlenmesi hiçbir şeyi değiştirmez; yönetim biçimi ne olursa olsun, iktidarın
özü tiranlıktır ve tiranlık olarak kalır.
La Boétie’ye göre gerçek anlamda
meşruiyet, kişiler üzerine değil, yapılar ve bu yapılardan kaynaklanan ilkeler
üzerine kurulabilir. Bu bakımdan, iktidar, kişilerden bağımsız kılındığı an
soyut bir temele gereksinim duyan soyut bir birim durumuna dönüşür. Bu temel
devlettir. La Boétie’nin kullandığı bir benzetmeden hareketle, Colosse’un
(büyük Apollon heykelinin) tiranı (yani, iktidarı kullanan kişiyi), onun
altındaki kaidenin ise devleti simgelediğini söyleyebiliriz. Bu kişi ile kurum
arasındaki ilişkide ağırlık devlete verilmiştir. Çünkü Colosse’u ayakta
tutan bu kaidedir ve ancak bu kaidenin “desteği” çekildiği zaman Colosse
düşüp parçalanır. Bu gerçeğin bilincinde olan Machiavelli, egemenin egemen
olabilmesi için bir devlete dayanması gerektiğini vurgulamıştı.
Egemenliği tehdit eden kurumların,
yapıların, yerel grupların özerkliği, tıpkı insanlarda olduğu gibi, yok
edilmelidir. Bunun dışında devlet tavandan tabana doğru genişleyen hiyerarşik
bir örgütlenmeyle merkezileşmeli ve kendine özgü bir yönetici kadroyu, yani
bürokrasiyi oluşturmalıdır.
Tiranın hükmetme gücü, onun kişisel
yeteneğinden ya da topluma saldığı korkudan değil, fakat ardındaki devlet
aygıtından kaynaklanmaktadır. Devlet erki, hükmetme-boyun eğme ilişkilerini
piramit biçiminde bir ağ gibi örerek bütün toplumu sarar. Bu piramidal
hiyerarşinin en tepesindeki kişi, yani tiran, bu ağın yardımıyla sadece altı
bin kişiyi değil, yüz binleri, milyonları kendine bağlar. La Boétie, gönüllü
kulluğun sırrının burada yattığını açıklar: Devletin oluşturduğu bu
mekanizmadan dolayı her insan, içinde bulunduğu hiyerarşik düzey ne olursa
olsun, kendini, tiranla özdeşleştirerek, bir başkasının efendisi olmayı
arzular. Böylece insanlar “büyük tiranın altında kendilerini küçük tiranlar
yapabilmek için onu desteklemeye başlarlar.”
Uyrukların büyülenmişçesine
tirana-egemene sevgi duymaları, insan doğasının yozlaşmasının en bariz
belirtisidir.
İnsanlar her ne kadar kulluğu
benimseyerek tirana canla başla hizmet ediyorlarsa da, La Boétie’ye göre
tiranın “yardakçıları” (bürokratlar) ile halk arasında kölelik derecesi
açısından bir fark vardır. Halk “yardakçılara” göre “biraz daha özgürdür.” Daha
doğrusu biraz daha az köledir. Halk da katlandığı acılardan dolayı tiranı
değil, kendini yönetenleri suçlar.
Ona göre özgürlük gönüllü kulluk
olgusunun zihinlerden atılmasıyla mümkün olabilir. Bir başka deyişle özgür
olmak için hakim ideolojinin dışına çıkmak gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder