Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Görmez 16 Mart 2023 tarihinde Haberürk'te M. Akif Ersoy'un konuğu oldu ve deprem olayının dini boyutu üzerine görüşlerini ortaya koydu.
Mehmet Görmez Hoca oldukça saygın bir İslam alimi. Sesi ve hitabeti çok güçlü, dolayısıyla konuşması da son derece etkili.
Benim gibi pek çok insanın Hoca'nın konuşmasını ilgiyle izlediğini düşünüyorum.
Hoca'nın deprem bölgesini ziyaretleri sonucunda bu milletin birliği, hamiyetperverliği, fedakarlığı, millet olma bilinci, bizi biz yapan değerler vb. konulara dair tespitlerine gönülden katılıyorum. Onun bir insan, bir din adamı olarak ortaya koyduğu hassasiyeti takdirle izliyorum ve herkese örnek olmasını temenni ediyorum. Konuşmanın çok yararlı olduğunu düşünüyorum, herkese de bu konuşmayı izlemelerini tavsiye ederim.
Bununla birlikte Hoca'nın deprem vesilesiyle dile getirdiği "dini" görüşlerden bazılarını tartışmaya değer buluyor ve üzerinde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum. İşin bu tarafı önemli, zira deprem vesilesiyle, geleneksel kader anlayışı ile topyekûn dini söylem önemli bir sınav verdi ama kanaatimce bu sınavdan başarıyla çıkamadı.
Ben mevcut dini söylemin günümüz insanına çok bir şey ifade etmediğine ve yeni bir dini söylemin gerekli olduğuna inanıyorum. Bu nedenle ilmine güvendiğimiz hocaların bu konularda neler söyledikleri, ne tür açılım getirdikleri önemlidir. Bu açıdan Hoca'nın durduğu yer, olayları izah şekli, klasik dini söyleme yaklaşımı bence çok önemli.
Sunucu M. Akif Ersoy aslında çok yerinde ve güzel sorular sordu:
Dinler bu gibi afetleri nasıl yorumluyorlar? Allah'ın adaleti ile rahmeti boyutunu nasıl bağdaştırıyorlar?
Kader bu işin neresindedir?
"Neden ben?" sorusuna ne cevap verdiniz?
Bu gibi afetler dinleri nasıl etkiliyor?
Evlatlıklarla ilgili Diyanet'in fetvasını nasıl değerlendirmek gerekir?
Diyanet'in meal yasaklama kararını nasıl değerlendiriyor?
Hoca konuşmasında bu sorulara hangi cevapları verdi? Hoca'ma saygısızlık etmeden bunları ele almaya çalışacağım.
Oku emri
Hoca konuşmasının başında İslam'ın ilk emrinin "oku" olduğunu, ama bu emrin mefulünün yani neyin okunması gerektiğinin belirtilmediğini, dolayısıyla bizim sadece Kitab'ı (Kur'an'ı) okumakla mükellef olmadığımızı, tabiatı da okumakla mükellef olduğumuzu söyledi.
"Oku" emrinin bağlamı bellidir. Hoca da çok iyi biliyor ki, buradaki "oku" emri okumanın faziletlerine dair bir güzelleme değildir. Hoca'nın söylediği söze bir itirazım olamaz. Tabii ki tabiatı da okumakla mükellefiz, ama bu sonuca varmak için "oku" emrini bağlamından koparmak doğru değil. Oradaki okuma, ilahi tebliği ezberden okuma, ilan etme anlamlarına gelen bir şeydir. Maalesef vaaz kültürünün çok yaygın yanlışlarından biridir bu.
Ne yazık ki, sırf kelime benzerliği nedeniyle, ayetler bağlamlarından kopartılıyor ve uluorta kullanılıyor. Bu da öyle bir şey. Burada okumanın ne kadar önemli ve değerli bir şey olduğuna dair bir vurgu yok. Dolayısıyla kanaatimce burada ayetin bağlamından kopuk, keyfi bir yorum var.
Tabiat bize emanet mi yoksa emrimizde mi?
Devamında "Allah tabiatı insana emanet etti. Fakat insan tabiatın sahibi ve maliki gibi hareket etti" dedi. Oysa klasik dini söylem pek öyle söylemiyor. Hacc Suresi 65. ayette "yeryüzünde ne var ise insanın emrine verildiği" belirtiliyor. Bu ve benzeri ayetlerde olduğu üzere dini söylem "emanet"ten ziyade "insanın emrine verme"ye daha yakın değil midir?
Dolayısıyla "yeryüzünde her şeyin kendi emrine verildiğini" düşünen insan maalesef Hoca'nın dediği üzere tabiatın sahibi ve maliki gibi hareket ediyor ve onu her geçen gün tahrip ediyor. Aslında sahibi ve maliki gibi davransa çok daha dikkatli olması, gözü gibi bakması gerekir. Onu da yapmıyor. Hoca'nın söylediği söze katılmamak mümkün değil, ama dini referansının doğru olmadığını düşünüyorum. Bu konunun açıklanmaya, izah edilmeye, geleneksel dini söylemin neresinde olduğunun belirtilmesine ihtiyaç var gibi geliyor bana. Peki niye böyle söyledi? Bilmiyorum.
Hoca insanın tabiatla sorunlu olduğunu söylüyor. Buna örnek olarak şöyle diyor: "Allah diyor ki toprağa tevazu ile basın, toprağa kibir ile basmayın." Buradan hareketle insanın toprakla sorunlu olduğunu söylüyor. Kanımca burada kibir, kibirle yürümek vs. eleştiriliyor, ancak kibirli insan bunu toprakla sorunu olduğu için değil, diğer insanlara karşı yapıyor. Kanımca burada da ayetin bağlamından kopartılarak yorumlanması var.
Ayetleri istediğimiz gibi yorumlayabilir miyiz?
Din depremi nasıl izah ediyor?
Hoca daha sonra şunları söylüyor: "Bilim açıklar, din anlamlandırır, felsefe ise düşündürür." Hoca bu sözün kaynağını vermedi ama bildiğim kadarıyla bu motto Dücane Cündioğlu'na ait. Her neyse devamında: "Bilim depremi açıklar, ama anlamlandıramaz. Bilim adamları açıklamakla kalmıyor, aynı zamanda anlamlandırmaya da kalkıyorlar. Bunu yapmamaları gerekir, çünkü anlamlandırmak dine aittir. Bizim yeryüzünün seslerine yani bilime kulak veren semavi bilginler (din adamları) ile semanın seslerine yani vahye kulak veren yer bilimcilere ihtiyacımız var. Depremi sadece fay hatlarıyla yani sadece bilimin açıklamalarıyla izah edemeyiz, ama sadece ilahi ceza (din adamlarının açıklamaları) ile de izah edemeyiz."
Peki din depremi nasıl anlamlandırıyor?
Depremle ilgili kadim dini literatürümüzün depremleri ilahi azap veya ceza olarak izah ettiğini söylüyor ve o literatürde tabiat bilgisinin eksik olduğunu, zira fay hatlarına ilişkin bilgilerin nispeten yeni bir şey olduğunu belirterek, bir anlamda kadim literatürdeki depreme ilişkin izahları bugün için geçerli bulmadığını ifade ediyor.
Modern dönemde de özellikle Marmara depreminden sonra az sayıda çalışmanın yapıldığını söylüyor. Bununla birlikte vardığı sonuç şu: "Müslüman dünyanın bir afet teolojisi yok. Afet ahlakımız yok, afet fıkhımız yok." Evet yok. Tespit doğru ama buradan çıkan sonuç şu: Geleneksel dini söylem depremi izah edemiyor ya da o izahların bir geçerliliği yok."
"Ben depremleri ayet olarak görüyorum" diyor Hoca. "Ayet, yani bizi ilahi hakikatlere götüren işaretler. Deprem bir ayettir. Bir hikmettir, ama depremin tek bir hikmeti yoktur. Her kişi için ayrı bir hikmeti vardır. Aslında ben de şu anda bilmiyorum, bu hikmetleri araştırıyorum, okumaya anlamaya çalışıyorum. Zannedilmesin ki bu bilgiler bende var." Yani aslında "ben de bilmiyorum" diyor. Daha doğrusu dinin bu konuda verilmiş bir cevabının olmadığını söylüyor.
Hoca "kâinatta gayesiz bir şey yok. Olan her şey bir gayeye matuf olarak meydana gelir. Dolayısıyla depremin de bir gayesi, amacı var ya da depremi meydana getiren gücün yani Allah'ın bir gayesi vardır" diyor.
"İlahi adalet ile ilahi rahmeti birbirinden ayırmalıyız. Hiçbir adalet ilahi adaletin üzerinde değildir. Hiçbir rahmet de ilahi rahmetin üzerinde değildir. Yaratıcı asla kullarına zulmetmez. Allah kullarına zerre kadar zulmetmez. (Dolayısıyla depremde ölen ve yaralananlar veya her şeylerini kaybetmiş olanlar açısından ortada bir zulüm yoktur). Allah'ı gökten azap yağdıran, işlediği günahlardan dolayı insanları cezalandıran bir Allah olarak tasvir etmemeliyiz. Cenabı Allah "Eğer ben, sizin yapıp ettiklerinizden dolayı sizleri cezalandıracak olsaydım yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı" buyuruyor. Ama adaleti dünyadaki adalete hasredemeyiz. Rahmeti de dar bir acıma duygusuna indirgeyemeyiz. Biz hayatı rahmet, ölümü ise azap olarak görüyoruz. Bu doğru değil. Depremi bir ceza olarak görmeyelim. Eğer öyle görür isek ilahi adaleti sorgulamaya açarsınız çünkü orada masum çocuklar var. Nice güzel masum insanlar var. Bununla birlikte insanın yapıp ettiklerinden dolayı sorumluluklarını da yok sayamayız. Önce tedbir ve tedebbür (derin düşünme), sonra takdir."
Hoca geleneksel düşünceden kopmamak için nihayetinde takdiri koyuyor, ama kaderin içeriğini güncelleyerek diyor ki, "buradaki kader ölçüdür, fay hatlarıdır, statiktir, imar planlarının kader planlarına uygun olmasıdır, bunu yaparsak tedbir ile takdiri birleştirmiş oluruz."
"Tekçi bakış açısı doğru değil. Hem bilim hem de nâdân (bilgisiz cahil) vaiz böyle yapıyor maalesef" diyor. Ama önemli bir soru çıkıyor karşısına: Peki yaptıkları yüzünden cezalandırılan eski kavimlere dair Kur'an kıssalarına ne demeli?
Hoca'nın cevabı şöyle: "Onlar mucize istediler, ama sonrasında inanmadılar, dolayısıyla yaptıkları yüzünden helak edildiler, cezalandırıldılar. O kıssaları bu depremlere uygulayamayız."
Hoca'nın söylediklerini toparlayacak olursak;
- Kadim literatürümüz depremleri ilahi bir ceza gibi yorumladı, zira tabiat bilgisi eksikti,
- Depremleri ilahi ceza gibi göremeyiz,
- İnsanın yapıp ettikleri nedeniyle sorumluluklarını yok sayamayız,
- Depremler birer ayet, ibret ve hikmettir. Tek bir hikmet yoktur. Ölen her bir kişi için ayrı bir hikmet vardır.
- Ben de bunları bilmiyorum, araştırıyorum. Sanılmasın ki bu bilgiler bende var.
- Bilim kendi alanında kalmalı ve sadece açıklamalı, anlamlandırmaya kalkmamalı diyor ama bilimin ne şekilde sınırı aştığını açıklamıyor. Yani bilimin nasıl anlamlandırdığını ve dinin bunun neresine itiraz ettiğini açıklamıyor.
Bağışlasın beni ama Hoca'nın kafası epey karışık geldi bana. Ne yardan geçebiliyor ne serden. Eğer bilimin sonuçları olacaksa kaderin fonksiyonu ne olabilir ki? Bir tarafta geleneksel İslam anlayışı, kader, takdir, öte yanda fay hatları, bilim. İkisini meczetmeye çalışıyor. Bir yanda geleneğe aykırı durmamak istiyor, ama onun bugünü açıklayamaması karşısında da ne olduğunu kendisinin de bilmediğini söylediği birtakım hikmetlerin olduğunu ileri sürüyor.
Bir yanda "ilahi ceza ile açıklayamayız, zira orada masum çocuklar ve insanlar var" diyor, öte yandan "Allah kullarına zerre kadar zulmetmez, yani bu olan bitenler zulüm değildir" diyor. Ne olduğunu bilmediğimiz bir hikmetle, yani bilinmezlikle açıklıyor. Aslında bilmiyoruz demeye getiriyor.
Bu arada Hoca da popüler havaya yenik düşerek depremde ölenleri "şehit" olarak ilan ediyor.
Evlatlıklarla evlenebilir mi?
Depremle bağlantılı olarak evlatlık edinme konusu da çokça tartışıldı. Malum olduğu üzere, depremin en yoğun yaşandığı günlerde kamuoyuna Diyanet'in bir fetvası yansıdı. Buna göre evlatlık edinenler, daha sonra bu evlatlıklarıyla evlenebilirler deniyordu mealen söz konusu fetvada.
Bu fetva kamuoyunda çok büyük tepkilere neden oldu. Çünkü bugünün değer yargıları karşısında evlatlık alınan bir çocukla büyüdüğünde evlenmeye kalkmak açık bir ahlaksızlık sayılıyor. Bu nedenle de Hoca'nın ne söyleyeceği çok önemliydi. Gerçekten Diyanet'in fetvası dini bir gerçeği mi yansıtıyordu, yoksa bir safsatadan mı ibaretti? İnsanlar küçük yaştaki çocukları evlatlık olarak alıp, sonra evlenme çağına geldiğinde de evlatlarıyla evlenebilirler miydi? Yani böyle bir ahlaksızlığa din izin veriyor muydu?
Hoca'nın cevabı şöyle:
"İslam bugünkü manadaki evlatlığı yasaklamamıştır. İslam'ın yasakladığı şey tebennidir, yani oğul edinmedir."
Hoca böyle söylemesine rağmen açıklamalarından İslam'ın bugünkü manada evlatlığı kabul etmediği, daha çok koruyucu aile anlayışına yakın bir ilişkiye cevaz verdiği sonucu çıkıyor. Kaldı ki, bugünün anlayışı içerisinde, koruyucu aile de olsa, korumaya aldığı çocukla sonradan evlenmeye kalkışmak da ahlaksızlık olarak görülüyor.
Her neyse, Hoca'ya göre sözünü ettiği şekildeki "evlatlık" veya "koruyucu ailelik" üç şartla mümkündür:
1) Nesep iddiasında bulunulmayacak. Yani evlatlık alınan çocuğun nesebi neyse öyle kalacak. Yani eski anne-babasının nüfusuna kayıtlı olarak kalacak. Çocuk gerçek ana-babası olarak eski ana babasını bilecek.
2) Evlatlık alınan çocuk, diğer "kardeş"leriyle birlikte mirasçı olamaz, ancak evlatlık edinen isterse vasiyet yoluyla 1/3'ü aşmamak üzere ona da bazı mallarını verebilir.
3) Mahremiyet kurallarına uyulacak. İslam'da mahremiyet kuralları, yani kimin kiminle evlenebileceği çok açıktır.
Hoca ilk iki maddeyi ayrıntılı olarak açıkladığı halde, üçüncü ile ne demek istediğini muğlak bıraktı. Tabii ki bunu bilerek yaptı. Zira Hoca şunu demek istiyor: Kimin kiminle evlenebileceği, kimlerin mahrem olup olmadığı dinen bellidir. Dolayısıyla o kurallarda bir değişiklik yoktur. Yani evlenme çağına geldiğinde onlarla evlenebilirsiniz.
Hoca bu maddeyi öyle bir anlattı ki, sanki Diyanet'in fetvası yanlış imiş gibi bir hava oluştu, gerçekte ise Hoca özünde fetvanın doğru olduğunu söylüyordu.
Hoca Diyanet'in fetvasının sadece dilini ve üslubunu problemli buluyor, gündeme getirilme zamanını uygun bulmuyor. Yoksa özüne bir itirazı yok.
Hoca burada gelenekten hiç farklı düşünmüyor. Anladığım kadarıyla kamuoyundan gelebilecek tepkileri dikkate alarak, dikkatli bir dil kullanıyor.
Oysa ben Hoca'dan geleneği ürkek bir tonla savunmak yerine, bugünü anlayan, bugünün değişen değer yargıları karşısında yeni bir açılım, yeni bir yorum beklerdim.
Meal yasaklama yetkisi
Son olarak Diyanet'in meal yasaklama kararı soruldu kendisine. Şöyle dedi:
"Cumhuriyet'in kuruluşu sırasında Diyanet'in kuruluş kanununa muhteşem bir madde eklemişler: Tetkik-Mesahif Heyeti. Bu mucize gibi bir şey. Ben bunu Allah'ın bir mucizesi, "Kur'an'ı indiren biziz, onu koruyacak olan da biziz" ayeti mucibince Cenabı Allah'ın korumasının bir tecellisi olarak görüyorum."
Yani Hoca diyor ki, Cumhuriyeti kuranların din ve İslam konusundaki bilinen tavırlarına rağmen, kuruluş kanununa Allah'ın bir mucizesi olarak "Mushafları İnceleme Kurulu" eklenmiş, böylece ilahi kelamın bir harfinin, bir harekesinin bile hatalı basılmasının önüne geçilmiştir.
1960'lardan itibaren çok sayıda meal yayımlanmaya başlamış. İlahi kelamın bir harfinin bile yanlış basılmasına engel olan Diyanet, ilahi kelamın manasının yanlış olarak aktarılmasının da görevleri arasında olup olmadığını, bunun için neler yapılabileceğini düşünmeye başlamış. Mushaf'ın bir harfinin, bir noktasının bile yanlış basılmaması için titizlik gösteren Diyanet'in, kutsal kitabın manasının bozulması tehlikesi karşısında aksiyon alması gerekmez mi? O günden bu yana bu soru hep Diyanet'in gündeminde olmuş.
2010 yılında Diyanet Kanunu çıkartılırken o zaman Başkan olan Ali Bardakoğlu ile Mehmet Görmez Hoca konuyu müzakere etmişler ve "tevil ve tefsire karışılmamalı ama tahrife engel olunmalı" şeklinde bir görüşe ulaşmışlar, ancak anlaşıldığı kadarıyla bu görüşü yasal düzenlemeye bağlama imkânı bulamamışlar.
Hoca burada tahrif konusunda iki örnek veriyor: "Hiç Arapça bilmeyenler bile meal yazıyor. Evrenosoğlu mealini biliyorsunuz. Kendisi hiç Arapça bilmiyor. Hz. Muhammed'in son peygamber olmadığını söylüyor ve kendisinin son peygamber olduğunu iddia ediyor. Bu görüşlerini de yazdığı meale yansıtıyor. Bunu tevil ve tefsir sayabilir miyiz? İşte bu tahriftir. Öteki örnek de Kur'an'ın iki ayetini yok sayan Edip Yüksel meali."
Hoca yasaklamanın bugünkü dijital çağda bir anlamının olmadığını da belirtiyor ama tahrife engel olunması gerektiğine inanıyor. Bunun için de hâkime (mahkemeye) değil hakeme gidilmesini öneriyor.
Her iki hoca böyle düşünmüş, ama bunu her nasılsa yasal düzenlemeye yansıtamamışlar. 2018 yılında çıkartılan bir Kanun Hükmünde Kararname ile basılmadan önce denetlenen mushafların yanında, meallerin de basıldıktan sonra denetlenmesi ve sakıncalı bulunanların gerekiyorsa yasaklanması ve toplatılmasının mahkemeden istenmesi şeklinde bir düzenleme yapılarak Diyanet'e bu konuda yetki verilmiş. Ne var ki bu düzenlemede her iki hocanın (Bardakoğlu ve Görmez) önerdiği tevil, tefsir ve tahrif ayırımı yapılmamış. Dolayısıyla Diyanet çok geniş şekilde yetkilendirilmiş. Gelinen nokta ve yakın tarihte yaşanan bir yasaklama olayı da dikkate alınırsa, hocaların düşündüğünün çok ilerisinde bir yetkilendirme (yani yasaklama yetkisi) söz konuşu olmuş.
Bununla birlikte düzenleme böyle değil de Hoca'nın düşündüğü şekilde tevil, tefsir ve tahrif ayırımına dayandırılmış olsaydı da sonuç çok değişmeyecekti.
Zira tüm yasaklama ve sansür girişimleri başlangıçta haklı görünen bir sebebe dayandırılır, iyi niyetli bir girişim ve bir maslahatın celbi olarak takdim edilir. Böyle başlar ve sonra giderek sınırlar genişletilir ve tam bir yasakçı uygulamaya dönüşür. Tevil, tefsir ve tahrifin sınırlarını kim belirleyecek? Neye göre belirleyecek? Bunun bir sınırı yok. Bu kararı kim verecekse, o makamda olanların görüşleri, anlayışları ve yorumları dışındaki tüm görüşler, anlayışlar ve yorumlar zamanla yasak kapsamına girecek, gayrimeşru ve gayri İslami olarak ilan edilecektir. Artık istemediğiniz, hoşunuza gitmeyen, siyaseten muhalif gördüğünüz vs. mealler yasak kapsamına girer, kimse de önünü alamaz. Ayrıca bu iş meallerle sınırlı da kalmaz, giderek diğer tüm çalışmalar bu kapsama alınır. O zaman buyurun modern çağın engizisyonuna.
Oysa Hoca da biliyor ki her meal bir yorumdur. İnsanların yorum yapma hakkına müdahale hakkımız yoktur. Yorumların doğruluğu ya da yanlışlığı elbette tartışılabilir ama yorumlar yasaklanamaz. Böyle bir şeyi düşünmek bile abestir. Eğer bu anlayışa itibar edilecek olsaydı, İslam tarihi boyunca bu kadar farklı ve renkli bir literatür ortaya çıkabilir, bu zenginlik oluşturulabilir miydi?
İslam alimleri yapılan tüm çalışmaları inceleyebilir, eleştirilerini yapabilir, yapmalıdır da. Diyanet'teki yetkin kişiler, ilim adamları aynı şekilde, herhangi bir yasaklamaya gitmeden, yayınlanan mealleri inceleyerek eleştirilerini yapabilirler, müminlere gerekli uyarılarda bulunabilirler. Bunda bir beis yok.
Böyle bir yasaklama ile elde edilecek hayır ile engel olunan hayırlar karşılaştırılamaz bile. Bir yanlışa engel olacağız derken, nice yeni yorumların, yeni açılımların kapısını kapatmış olmayacak mıyız? Bu yollar açıldığı takdirde gün gelecek aynı yasakçı zihniyet başta M. Görmez Hoca olmak üzere, nice ilim adamının çalışmasını da yasaklayacaktır, hiç şüphem yok. Nitekim şu andaki görüşleriyle bile Hoca hakkında neler neler söyleniyor görüyoruz.
Hoca "depremzede kardeşlerimizin gönülleri naz makamındadır. Onların gönlü rabbe karşı kırık, devlete karşı buruk, hatta biraz da öfkeli olabilir" dediği için bile tekfir edilmedi mi? Tüm ilim erbabının ve vicdan sahibi herkesin, bu konuda haksız yere suçlanan Hoca'nın yanında olması gerekir. Sadece onun değil, görüşlerini ifade eden herkesin yanında olmak gerekir, görüşlerine katılmasak bile.
Bununla birlikte, Hoca'nın mealler konusunda özgürlükçü tarafta yer alarak yorum zenginliğinin önünü açmak yerine yasakçı tarafta olması beni üzdü gerçekten.
Ayetlerin çok anlamlı olması
Mehmet Görmez Hoca konuşması boyunca Kur'an ayetlerinden örnekler verirken, ayetlerin çok anlamlı olduğundan söz etti ve bunun mealen büyük bir lütuf ve rahmet olduğunu belirtti.
Oysa Kur'an ayetlerinin birden çok anlamının olması mümkün değildir. Zira ayetler ilk muhataplarına aktarılırken bir anlam kast edilmişti ve bu birden çok değil sadece tek bir anlam idi.
Hem o günkü insanların bir ayetten farklı farklı şeyler anlaması murat edilmiş olamaz hem de daha sonra gelen nesillerin, o günkü insanlardan farklı şeyler anlamaları kast edilmiş olamaz. Ayetin bir anlamı vardır, bizim öncelikle o günkü insanlar için ne anlam ifade ettiğini araştırmamız, daha sonra da o ayetin ve o anlamın bugüne nasıl taşınabileceğini düşünmemiz gerekir.
Bu çok anlamlılık anlayışı maalesef batıni ve keyfi tefsir yolunu açar ve Kur'an'dan herkesin keyfine göre anlam çıkarmasını meşru hale getirir. Buna hakkımız var mı?
Evleri nasıl inşa edelim?
Hoca "depremden sonra ilmihallerimizi gözden geçirelim. Artık binaya girmenin adabından önce bina yapmanın farzlarını düşünelim. Zira tedbire dair diyeceği olmayanların takdirden söz etmeye hakkı yoktur" diyor.
Oysa evlerin nasıl inşa edilmesi gerektiğinin farzları zaten yazılmış durumdadır. İslam alimlerinin ve Müslümanların insanlığın bu konudaki birikimine itibar etmesi ve evrensel standartları uygulaması gerekir. Bu kuralların "bize göre"sini yapmaya kalkmak, emin olun ki o standartları aşağıya çekmek demektir.
İnsanlığın birikimi İslam'ın birikimidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder